in , ,

Pis Okurun Notları (29 – 41)

29.) Nihan Kaya, İyi Aile Yoktur, İthaki Yayınları, İnceleme

Gerilla usulü gezmeyi sevenlerdenim. Sırt çantamı alıp, fazla plan program yapmadan yola çıkmayı ve insanlarla kolayca tanışabileceğim hostellerde kalmayı tercih ederim. Bu felsefeyle epeyce seyahat ettiğimi söyleyebilirim.

Seyahatlerimde dünyanın dört bir yanından yüzlerce insanla tanıştım. Çoğu, oldukça genç ve deneyim biriktirme döneminde, kafası açık çocuklardı. Notlarımın bu maddesinde, bu insanlarla kurduğum ilişkilerde yaptığım bir gözlemimden söz etmek istiyorum. Bu konu üzerinde epeyce kafa yordum ancak fikirlerimi netleştiremedim. Bu nedenle okuduğunuz satırları sesli düşünme olarak değerlendirebilirsiniz.

Deneyimleyenler bilecektir. Hostellerin çoğunda “common area” denilen bir sosyalleşme alanı bulunur. Buralarda yeni insanlarla tanışmak çok kolaydır. Çoğu hostelde bu alanlar mutfakla iç içedir. İnsanlar kendileri için yaptıkları yemekleri paylaşır, sohbet ederler, birlikte gezmeye, içmeye çıkarlar vs.

Bu alanlarda tanıştığım insanların bazılarında, yukarıda tam çözümleyemediğimi söylediğim, bir kendine güven, dünyayla barışık olma hali gözlemledim. Bu duruma bir isim veremediğim için “aura” kelimesini kullanacağım.

Bu aura, daha geleneksel toplumlardan gelen veya daha otoriter devletlerin bulunduğu coğrafyalardan gelen insanlarda daha azken, baskı unsurunun azaldığı coğrafyalardan gelenlerde ise gözle görülür bir hâl alıyordu.

Uzun yolculuk tecrübelerim sayesinde hostelin ortak kullanım alanına girip beş, on dakika oturduktan sonra üç aşağı beş yukarı bu auraya sahip olanlarla olmayanların ayrımını yapabiliyorum.

Örneğin, Batı Avrupa veya Kuzey Avrupa’dan gelenler, Kanada, Avustralya Yeni Zelanda vatandaşları bu auranın en belirgin olduğu kesim. Bu insanları, Avrupa’dan tutun da Hindistan’a kadar onlarca farklı yerde gözlemledim. Eski doğu bloku ülkelerinin vatandaşları, Japonlar ve Koreliler ise bu auraya daha az oranlarda sahipler. Bu noktada gözlemlediğim tek istisnanın Hindistan vatandaşı gençler, olduğunu söyleyebilirim.

Böyle bir ortama girdiğimde, Batı Avrupa’da, Kanada’da veya yukarıda saydığım diğer ülkelerde yetişen bir Japon’u, Koreliyi ve Pakistanlıyı bu aurasına bakarak, konuşmasına gerek kalmadan kolaylıkla ayırt edebilirsiniz.

Türkiye’de yetişmiş bir insanda da maalesef bu aurayı gözlemlemediğimi söyleyebilirim.

Dediğim gibi, bu konu üzerinde epeyce düşündüm. Net cevaplarım yok ama sorunun kaynağının; insanların yetiştikleri aile ortamı, eğitim aldıkları okul ortamı, devletlerin vatandaşlarıyla kurdukları ilişkilerde olduğuna eminim.

Bizim gibi ülkelerde aileler, çocuklarını sakatlamakta oldukça başarılı. Bu, kimi zaman sevgiyi gösterme biçiminde, kimi zaman iletişim kanallarının kapalı olmasında yatıyor olabilir. Konunun uzmanları hiç kuşku yok ki bu konu üzerinde benden daha iyi çözümlemeler yapacaklardır.

Nihan Kaya’nın yazdığı “İyi Aile Yoktur” isimli kitap, yukarıda anlatmaya çalıştığım sorunsalın cevabının kapısını aralamamıza yardımcı olabilecek bir yapıt.

Kitap, saydığım konularda düşünsün düşünmesin, çocuk sahibi olsun olmasın, hemen herkesin okuması gereken bir eser olmuş. Eğitimciler veya ebeveynler bu kitap sayesinde etraflarındaki çocukları daha iyi anlayacaklardır. Bence kitabın en önemli tarafı, kişinin kendisini daha iyi anlamasını sağlaması.

İyi Aile Yoktur’u okurken, kendi çocukluğum üzerinde epeyce düşünme fırsatı buldum.

30.) Salman Rushdie, Altın Ev, Çeviren: Begüm Kovulmaz, Can Yayınları, Roman

İyi bir Salman Rushdie okuru olduğumu söyleyemem. Yazarın başyapıtı sayılan Geceyarısı Çocukları bence de çok çok iyi bir kitaptır.

Geceyarısı Çocukları, 1981’de Booker ödülünü alır, 1993’te Booker of Bookers ve 2008’de Best Of The Booker ödülünü de alır. Booker ödülü hakkında bilgisi olanlar bu seçimin ne denli zorlu bir başarı olduğunu bilirler.

Geceyarısı Çocukları’nı Hindistan’da okumuştum. Aylar süren yolculuğum boyunca kitapta anlatılan olayların geçtiği yerleri görmüş, kitaptaki karakterleri gerçek hayatta gördüklerimle kıyaslamıştım. Kitabı bitirdiğimde, hiçbir rehber kitabın yapamayacağı bir şeyi yapmıştı Geceyarısı Çocukları: Hindistan’ın ruhunu anlamaya bir tık daha yaklaştırmıştı beni.

Altın Ev’i büyük beklenti içinde almasam da iyi bir roman okuyacağımı varsaymıştım ama aradığımı bulamadım. Bir türlü rayına oturmayan bir anlatı, biçimsel ve içeriksel olarak savruk bir kitap çıktı karşıma. Birçok okur; Rushdie, bu romanla zamanın ruhunu anlatıyor diye düşünebilir ama ben bu grupta değilim.

31.) (Bir) Reklam

Toplamda altmış bölüm civarında olmasını planladığım gezi yazılarımın bir bölümünü kaleme aldım. Bu yazılarda, Paris’e giderseniz Eyfel Kulesi’ni mutlaka görün, minvalinde basmakalıp bilgilerin dışında kalan kimi noktalara değinmeye çalıştım. Zamanla gezme hızım, yazma hızımın gerisinde kalınca bu yazılar biraz yavaşladı ama gün gelecek, tamamlanacaklar.

Yazıları okumak için şu adrese bakabilirsiniz:

http://www.kuzeygocebeleri.com/author/onuruludogan/page/2/

32.) Miguel de Unamuno, Sis, Çeviren: Yıldız Ersoy Canpolat, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Roman

Sis, 1914 yılında yayımlanmış bir roman. Tarihi özellikle vurguluyorum çünkü kitabı bitirdiğimde Miguel de Unamuno’nun dehasına hayran kaldım.

Sis, konu olarak çok farklı bir şey sunmuyor ama yazar, bu konuyu resmen zamanın ötesinde bir biçimle anlatmış. Burada spoiler vermeden kitabın özgün tarafını anlatmam mümkün değil ama yüz yıldan fazla bir zaman önce bir insanın böyle bir roman yazabilmiş olması şaşırtıcı.

Kurmaca karakterlerle yaratıcılarının karşılaşmaları, gerçekle kurmacanın sınırları, yazarın kurmaca bir karakter olarak kendini eserine sokması gibi, sonraki yıllarda örneklerini bolca göreceğimiz eserlerin öncülerinden biri de Sis.

33.) Muriel Spark, Bayan Jean Brodie’nin Baharı, Çeviren: Püren Özgören, Siren Yayıncılık, Roman

Muriel Spark’ın yazdığı romanın yayımlanma tarihi 1961. Bu kitap da, yukarıda adını andığım Sis gibi, içerik nedeniyle değil de biçimsel özellikleri nedeniyle önemli bir yer tutuyor.

Spark’ın bu romanını önemli kılan tarafı, zamanı kullanma biçimi. Spark’ın, kitabında anlatılan olaylar yaklaşık otuz yıllık bir zaman dilimini kapsıyor. Paragraflar, bu otuz yıllık zaman dilimi içinde sıçramalar barındırıyor. Karakterlerden biri, 1930’lu yıllarda bir eylem içindeyken aynı paragraf içinde bu eyleminin on yıl sonraki etkilerinin anlatımını okuyoruz.

Muriel Spark

Bayan Jean Brodie’nin Baharı, çok daha başarılı örneklerini okuduğumuz büyüme romanlarının veya Avrupa’da faşizmin yeşermesinin anlatıldığı romanların içinde sayılabilecek kitaplardan. Bununla birlikte zaman kullanımındaki özgünlüğünü bir kenara bıraktığımızda üslup özellikleri veya konusu bakımından doyurucu değil.

34.) İçinde bulunduğumuz ekonomik darboğaz, yayıncılık sektörünü ciddi anlamda vurdu. Kitapların fiyatları arttı, çeşitleri azaldı.

En büyük darbelerden birini de dergi yayıncılığı aldı. Dijitalleşmenin de etkisiyle dergi okuru olan büyük bir kesimi kaybeden basılı dergi camiası, günden güne eriyor.

Arka Pencere ve Altyazı dergileri, olabildiğince satın almaya çalıştığım iki sinema dergisiydi. Arka Pencere, nedenini tam çözemediğim bir şeyler yaşadı ve bir kısım yazarla beraber Se7en Mecmua olarak yoluna devam etti. Altyazı ise, Boğaziçi Üniversitesi Mithat Alam Film Merkezinin çatısı altında, ödün vermeden yayın hayatını sürdürüyordu.

Şubat 2019’da Se7en Mecmua İstanbul dışında dağıtıma çıkmama kararı aldı. Altyazı ise, bir süreliğine yayınını durdurduğunu açıkladı.

35.) Dijitalleşmenin en çok etkilediği alanlardan biri de fotoğraf sanatı oldu. Eserlerin üretim araçlarındaki köklü değişimden tutun da fotoğrafların paylaşımına kadar birçok noktada ciddi değişimler yaşandı. Makinelerin ucuzlaması, paylaşımın kolaylaşması gibi unsurlar, çoğu insanın içindeki amatör fotoğrafçının gün yüzüne çıkmasını kolaylaştırdı.

Sosyal paylaşım ağlarında her gün binlercesini gördüğümüz fotoğraflar artık günlük hayatın basit bir tüketim nesnesi olarak algılanmaya başladı. Buna bir de insanların her tür estetik, moral değerlerden arınarak paylaştığı fotoğrafları eklediğimizde insanların gereken değeri vermekten en çok kaçınmaya başladığı alanların içinde fotoğraf sanatı üst sıralara yerleşti.

Binlerce dolarlık makineler alıp büzük dudaklı fotoğraf çekmek ve paylaşmak artık bugünün normali olarak kabul edilmeye başlandı.

Her şeye rağmen fotoğraf sanatçıları nitelikli fotoğraflar çekmeye ve dünyayı kendi bakış açılarına göre insanlara göstermeye devam ediyorlar. Bu paylaşımların çoğu dijital ortamlarda yapılsa da insanlar hâlâ fotoğrafları kâğıt üstünde görmeyi seviyorlar.

Steidl Yayıncılık, uzun yıllardan beri nitelikli fotoğraf kitapları yayımlamayı sürdüren uluslararası yayıncılardan birisi. Orhan Pamuk’un çektiği fotoğrafların kitaplaştığı “Balkon” bu yayınevinden çıktı.

Cumhuriyet Kitap’ın 1515. sayısındaki Orhan Pamuk söyleşisine bakarsak, bu kitapların devamı gelecek.

Şubat 2019’da beni heyecanlandıran bir başka fotoğraf kitabı daha yayımlandı. Serkan Çolak’ın, Jack Kerouac’a selam çakarak “On The Road” adını verdiği ve otuz üç eserden oluşan fotoğraf kitabı; gerek baskı kalitesi, gerek seçilen fotoğrafların estetik değeri gerekse Tolga Binbay’ın kitabı tamamlayan yazısı ile insanın kitaplığına koyup ara ara karıştırmak isteyeceği bir yapıt.

36.) Yapay zekâ, bilimkurgu türünde üzerinde en çok durulan konulardan biridir. Kontrolden çıkan robotlarla insanların mücadelesi, en temel korkularımızdan birini tetiklediği için olsa gerek, bu türdeki eserlerde epeyce yer almıştır. Türün ilk örneklerinden biri olarak Mary Shelley’in yazdığı ve 1818’de yayımlanan Frankenstein’ı kabul edebiliriz.

Asimov, bu sorunu üç robot yasası ile aşmayı hedeflemiş ve robot serisi içinde değerlendirebileceğimiz kitaplarında robotların kontrolden çıkmalarının önüne bu sayede geçebilmiştir.

Dune evreninde, Butleryan Cihadı, yapay zekâ ile insanların mücadelesine son noktayı koyabilmiştir.

37.) P. K. Dick, Androidler Elektrikli Koyun Düşler mi? Çeviren: M. Ada Öztekin, Kavram Yayınları, Roman  (Kitabın sonraki baskıları Altıkırbeş Yayınları)

Philip K. Dick evreninde ise yapay zekâ ve insan ilişkileri üzerinde en derinlemesine durulan kitap, Android’ler Elektrikli Koyun Düşler mi? isimli romandır.

“Android’ler Elektrikli Koyun Düşler mi?” karanlık atmosferi, insan nedir, insanı makineden nasıl ayırabiliriz, bizim yaratmış olmamız düşünebilen makineleri yok etme hakkını bize verir mi, gibi onlarca soruyu insan zihninde çarpıştıran çok iyi bir bilimkurgu kitabı.

Bir kitap düşünün, 1968’de yayımlansın ve kendi alanında kült bir eser olarak kabul edilsin. Aynı kitaptan yapılan ilk uyarlama olan Blade Runner 1982 tarihlidir ve bu film de kitabın ruhunu yakalayabilen nadir uyarlamalardandır.

2017 tarihli Denis Villeneuve’nun yaptığı Blade Runner 2049 ise kitaba ve 1982 tarihli ilk filme saygıda kusur etmeyen son derece başarılı bir uyarlamadır.

38.) Yapay zekâ, bilimkurgu filmlerinde de sıkça işlenir. Frankenstein’ın ilk sinema uyarlaması J. Searle Dawley’in yönetiminde 1910’da yapılır. Bugün bile Frankenstein denilince zihnimizde canlanan karakterin olduğu uyarlama 1931 tarihlidir.

Ondan öncesinde 1927 tarihli Metropolis vardır. 2001: A Space Odyssey, Terminator ve The Matrix’i ise köşe başı filmleri arasında sayabiliriz.

Yakın tarihlerde ise, 2013 yapımı “Her” ve 2014 yapımı “Ex Machina” yapay zekâ ve insan ilişkisi üzerine kafa yoran ve beni etkileyen filmlerden oldular.

39.) Yukarıda andığım 2001: A Space Odyssey, sanıyorum edebiyat ve sinema dünyasında çok ender rastlayabileceğimiz bir yapım.

2001, Stanley Kubrick ile Arthur C. Clarke’in ortak çalışması sonucu kaleme alınır ve Kubrick tarafından yönetilen film, döneminde büyük ses getirir. Bugün bile, aşılamayan bir yapısı vardır.

Arthur C. Clarke, roman olan 2001’i filmden sonra yazar.

Bu yönüyle, önce filmi çekilip sonra romanı çıkan ve ikisi de kendi kategorisinde çok önemli bir yer tutan iki başyapıt ortaya çıkar.

2001, İthaki Yayınları tarafından Oya İşeri Gever’in çevirisiyle yayımlandı. Bu baskıda, Kitabın yazılış süreci üzerine notlar, kitaba ilham olan Gözcü ve Şafakta Karşılaşma öyküleri ile Arthur C. Clarke ve Stanley Kubrick’in önsözü yer alıyor.

Son bir not da “fular yetmezliği” nedeniyle Kubrick’in filminin sonunu çözemeyenlere gelsin: Sorunun cevabı kitapta.

FİLMİN KÜNYESİ:

2001: A Space Odyssey (1968)

Yönetmen: Stanley Kubrick

Senaryo: Stanley Kubrick, Arthur C. Clarke

Ülke: ABD, UK

Süre: 149’

40.) İlk yazıyı okumuş olanların artık aşina olduğunu düşündüğüm varsayımsal okur, benden bilimkurgu türüne giriş niteliğinde birkaç kitap önermemi isteseydi ona şu kitapları önerirdim:

  • Isaac Asimov, Sonsuzluğun Sonu, MonoKL Yayıncılık
  • Arthur C. Clarke, Çocukluğun Sonu, İthaki Yayınları
  • Yevgeniy İvanoviç Zamyatin, Biz, (Piyasada birçok çevirisi var. Bazı editoryal hataları olsa da İthaki Yayınlarından çıkan çeviri Rusçadan yapılmış.)
  • Aldous Huxley, Cesur Yeni Dünya, İthaki Yayınları
  • Bir de İthaki Yayınları tarafından yayımlanan Orson Scott Card’ın derlediği “Yüzyılın En İyi Bilimkurgu Öyküleri” isimli bir antoloji var. Bu antoloji bir kez basıldı ve telif sorunları nedeniyle aynı öykülerin yer aldığı bir baskısı tekrar yapılmayacak. Sahaflar bu kitap için astronomik paralar talep ediyorlar. Kitabı merak edenlere “malum ortamlar”ı bir kontrol etmelerini önerebilirim.

41.) Alışveriş Sepeti: 

İthaki Yayınları, kurgudışı başlığı altında “Minima” adını verdikleri yeni bir seriye başladılar. Basın bültenlerinde seriyi şu cümlelerle anlatmışlar:

“Yeni bir kitap dizisi başlatıyoruz: minima

Bu dizide, gündelik hayatta üzerinde pek durulmadan geçilen, hatta sorgusuz sualsiz kabul edilebilen belirli temaları veya nesneleri ele alarak ince şeylerin hatırını gözetmeye çalışan kitaplara yer vereceğiz. İçeriği bakımından özgül, sayfa sayısı bakımından görece kısa olan bu kitaplar, ilgi yelpazesi geniş olan her türden okura hitap ediyor.”

Serinin ilk kitabı, Lydia Pyne’in kaleme aldığı “Kitaplık” olmuş. Bu eserde yazar, bir nesne olarak kitaplığın tarihinden başlayarak, modern dünyanın içindeki bireyler ve kitaplıkları üzerinden kimi çıkarımlar yapmaya çalışıyormuş.

Kitabın çevirmeni, Ümid Gurbanov. Bu satırları okuyanlara, Gurbanov’un Youtube kanalını takip etmelerini öneririm. Başka yerde bulamayacağınız videoları Türkçe altyazıları ile birlikte izleyebileceğiniz nitelikli bir Youtube kanalı.

Yazan Onur Uludoğan

1978 yılının sıcak bir yaz gününde dalga seslerinin duyulabildiği bir hastanede dünyaya geldiği rivayet olunur.

Bir türlü ehliyet sınavını geçemediği için korsan taksi şoförlüğü, değişen telif yasaları sayesinde korsan CD satıcılığı, Allah vergisi sesi nedeniyle pavyon şarkıcılığı, pasifist düşünce yapısını bahane ederek bar fedailiği, pimpirikli kişiliği yüzünden de torbacılık gibi alanlardaki kariyer fırsatlarını yeterince değerlendiremedi.

İki yıl okurum diyerek başladığı üniversite yaşamını on üç yıl sonra bitirebilmesi belki de kayda değer tek başarısıdır.

onuruludogan@gmail.com

Bir Yorum

Cevap Yazın
  1. Orhan Pamuk fotoğrafçı değil, fotoğrafları da son derece uyduruk. Tümüyle Orhan Pamuk isminden para kazanmaya dönük ticari bir proje. Pamuk da seviyor zaten böyle şeyleri, açtığı masumiyet müzesi de bu türden postmodern bir saçmalıktı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Dünyayı Değiştiren Kadın Matematikçiler

Uyku, Ölüm ve Anne Üzerine