139.) Söyleşi: Feridun Andaç, Adalet Ağaoğlu Kitabı, Türkiye İş Bankası Yayınları, Nehir Söyleşi
13 Ekim 2019, Adalet Ağaoğlu’nun 90. yaşını doldurduğu gün oldu. Ağaoğlu’nun 2018’de çıkan kitabının adı, Düşme Korkusu idi. Kitabın arka kapağında Ağaolu’nun şu cümlelerine yer verilmiş:
“Şimdi öyle bir şey ki yazmak, sigara tiryakiliğinden daha büyük bir tiryakilik. Sahiden. Ben elimden düşürmediğim sigarayı kolayca bıraktım, hiç de aramadım. Fakat yazmayı bırakamadım, tiryakilik o dereceydi. Şimdi yaklaşık son iki yıldır evden dışarı çıkamıyorum, yine de yazmadan duramıyorum. Yazmak, su içer gibi içimden geliyor hep.”
Feridun Andaç’ın gerçekleştirdiği nehir söyleşi kitabının alt başlığı, “Sen Türkiye’nin en güzel kazasısın.” Kitabın ilk baskısı 2000 yılında yapılmış, bu nedenle yazarın yaklaşık 20 sene önceki yaşamına kadar olan bitenleri öğrenebiliyoruz.
Ağaoğlu, eski Türkiye olarak bilinen döneme dair ciddi eleştirilerini korkmadan söyleyebilen isimlerdendir. Gönül ister ki usta yazar sağ ve sağlıklıyken aradan geçen yirmi yıla odaklanan bir başka söyleşi daha yapılsın.
140.) Yukarıdaki paragrafı Kasım 2019’da yazmıştım. Adalet Ağaoğlu’nu 14 Temmuz 2020’de kaybettik. Yani, usta yazarın son yirmi yılını anlatabileceği bir söyleşi kitabı daha yayımlanma ihtimali artık kalmadı.
Adalet Ağaoğlu öldüğünde birçok haber platformunda, sosyal medyada vs. epeyce gündem oldu. Paylaşılan içeriklerin bir kısmı onun yazar kimliğini, eserlerini ön plana çıkarırken daha büyük bir kısmı ise onun “yetmez ama evet” taraftarı olmasından yola çıkarak sert eleştirilerde bulundular.
Teorik olarak bir sanatçının politik tutumunun, insani zaaflarının ve diğer tali özelliklerinin onun yapıtlarının önüne geçmemesi gerektiğini düşünüyorum.
Bu kapsamda politik olarak yanlış saflarda yer almış sanatçılardan L. F. Celine’in başyapıtı olan Gecenin Sonuna Yolculuk’u okurken sıkıntı yaşamıyorum ya da bir Dali tablosuna bakmak canımı sıkmıyor.
Buna rağmen içinde bulunduğum coğrafyanın ve dönemin getirdiklerinin gözümü perdelemesine de engel olamıyorum. Örneğin, Umuda Ezgi ve Atmacalar döneminden sonra bir daha dinlemediğim Yavuz Bingöl’ü tekrar dinlememi sağlayan ve Bingöl’ün mükemmel yorumladığını düşündüğüm Teoman şarkısı İki Çocuk’u artık dinleyemiyorum. Ayranlı gecelerin sonunda araya birkaç şarkısını sıkıştırdığım Orhan Gencebay ya da kafam dağılsın diye ara ara açtığım Bir Demet Tiyatro da artık bu gruptalar. Örnekler çoğaltılabilir.
Kendi deneyimimden yola çıkarak, insanın bir sanatçıya olan tutumunun değişmesi için onunla dönemdaş olmasının önemli olduğu sonucuna vardım. Bu sonuçtan hareketle de Adalet Ağaoğlu’na tepki gösterenleri, onu eleştirenleri anlayabiliyorum.
Yine de bu önemli yazarla henüz tanışmamış okurlara önyargılarını bir süreliğine bile olsa kenara bırakıp Adalet Ağaoğlu’ndan bir şeyler okumalarını önermeden de duramıyorum.
141.) Varsayımsal okura, Adalet Ağaoğlu’nun “Dar Zamanlar Üçlemesi” başlığı altında toplanan, Ölmeye Yatmak, Bir Düğün Gecesi ve Hayır… isimli kitaplarını ıskalamaması gerektiğini söyleyebilirim. Toplamda 1000 sayfadan fazla olan bu üç kitap, yalnızca yazıldığı dönemlerin değil, bugünün edebi anlayışının bile ötesinde eserler olarak kabul edilebilir.
1000 sayfadan gözü korkanlar Fikrimin İnce Gülü ile başlayabilir veya en azından Ölmeye Yatmak’ı alıp şanslarını deneyebilirler.
142.) Ayn Rand, Bencilliğin Erdemi, Çeviren: Nejat Kandemir, Plato Film Yayınları, Deneme
Ayn Rand’ın iki önemli romanı; Hayatın Kaynağı (984 sayfa) ve Atlas Silkindi (1200 sayfa) epeydir okunmayı bekleyen kitaplar arasında duruyorlar. Hacimleri nedeniyle okumayı sürekli ertelediğim bu kitaplardan önce Rand’ın Objektivizm olarak adlandırdığı felsefesini açıkladığı Bencilliğin Erdemi’ni okumanın iyi bir fikir olabileceğini düşündüm.
Rand, kitaba yazdığı önsözde kitapta yer verdiği yazılarla ilgili şu açıklamaları yapmış:
“Etik üzerine olan konferans dışında bu materyal, aylık bir fikir dergisi olan ve Nathaniel Branden ve şahsım tarafından yönetilen ve yayımlanan The Objectivist Newsletter’da yayımlanmış denemelerden yapılan bir derlemedir. Bu dergi, Objektivizm felsefesinin, günümüz kültürünün meselelerine ve problemlerine uygulanması ile – daha spesifik olarak ise felsefi soyutluklarla, köşe yazarlarının hayatla ilgili günlük somut konuları arasında bir yerde duran, orta seviyede bir entelektüel amaçla – ilgilidir. Amacı, okurlarına tutarlı bir felsefi referans çerçevesi sağlamaktır.
Bu koleksiyon sistematik bir etik tartışması değildir, fakat bugünün şartlarında aydınlatılması gereken, ya da altruizmin etkisiyle karmaşık hâle gelmiş etik konular hakkındaki bir dizi denemeden oluşmaktadır. Bu denemelerin bazılarının başlıklarının bir soru şeklinde olduğunu görebilirsiniz. Bu denemeler, The Objectivist Newsletter’da, okurlar tarafından gönderilen sorulara cevap veren “Entelektüel Mühimmat Köşesi”nden gelmektedir.”
Yukarıdaki alıntıdan da anlaşılacağı gibi Bencilliğin Erdemi, Objektivizm’in vermeye çalıştığı mesajın içerdiği kimi belirsizliklerin gündelik sorunlar ışığında açıklanması çabası. Çoğu yazı, Atlas Silkindi’yi referans olarak alıyor ve kitabın ana karakterlerinden John Galt’ın kurduğu cümlelerden uzun alıntılar yapıyor.
Bu alıntılara ek olarak, kitaptaki yazılarda Ayn Rand ve Nathaniel Branden, Objektivizm’i tam olarak anlamak istiyorsanız Atlas Silkindi’yi okumalısınız diyor.
143.) Stefan Zweig, İnsanlığın Yıldızının Yükseldiği Anlar, Çeviren: İlknur İgan, İş Bankası Yayınları, Deneme
Zweig’ın kurmaca metinleri yerine usta yazarın eleştirilerini, biyografilerini ve denemelerini okumaktan daha çok zevk aldığımı, sanıyorum daha önce yazmıştım.
On Dört Tarihsel Minyatür alt başlığını taşıyan bu tematik denemeler toplamı daha önce, Can Yayıncılık tarafından Kasım Eğit çevirisi ile İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar; Everest Yayınları tarafından Ahmet Arpad çevirisi ile Yıldızın Parladığı Anlar; Yordam Kitap tarafından Deniz Banoğlu çevirisi ile Yıldızın Parladığı Tarihsel Anlar isimleri ile dilimize kazandırılmış, ancak bir türlü fırsatını bulup okuyamadığım kitaplar arasında yerini almıştı.
Son olarak Eylül 2019’da İş Bankası Yayınları’nın Zweig külliyatı içinde de yayımlanınca artık okunma vaktinin geldiğine inanıp bu baskıyı edindim.
Kitapta, çeşitli dönemlerde yaşanmış ve tarihin akışını değiştirmiş on dört kırılma anı anlatılıyor. Zweig, bu kitabında bir yandan denemeci, biyografi ve tarih yazarı kimliğini bize gösterirken diğer yandan da kurmaca yazarı kimliğini ön plana çıkarıyor. Kitapta yer alan bütün denemelerde, Zweig bizi olayların yaşandığı döneme götürmeyi ve merkeze aldığı karakterlerin zihinlerinin içine sokmayı başarıyor.
İstanbul’un fethini anlattığı bölümle ilgili bir değerlendirmeyi, Emrah Safa Gürkan’ın, Bunu Herkes Bilir isimli kitabında okuyunca Zweig’ın tarihi gerçek diye anlattıklarının doğru olmayabileceği ihtimali kafamda oluştu. Bu nedenle, İnsanlığın Yıldızının Yükseldiği Anlar’ı müthiş tasvirler, inanılmaz kişilik çözümlemeleri ile bezenmiş ilginç anekdotların yer aldığı bu denemeler toplamı olarak düşünmeli ve tarih öğrenmek için değil de edebi lezzet almak için okumalı.
144.) Stefan Zweig, Yarının Tarihi, Çeviren Ahmet Cemal, Can Yayınları, Deneme
Yukarıda, Zweig’ın, kurmaca yapıtlarındansa kurgu dışı yapıtlarını daha çok sevdiğimi söylemiştim. Bu nedenle, İnsanlığın Yıldızının Yükseldiği Anlar’ın tadı damağımdayken, Yarın’ın Tarihi’ni de okumak istedim.
Yarının Tarihi, Ahmet Cemal’in Stefan Zweig’ın denemeleri arasından yaptığı bir seçki.
Cemal’in önsözüne göre, Kitabın 1991’de yapılan ilk baskısında on iki deneme yer alıyormuş. Sonraki baskılarda yazarın Rotterdamlı Erasmus ve Montaigne isimli denemeleri Yarının Tarihi’nden çıkartılarak ayrı kitaplar halinde yayımlanmış.
Edebiyat tutkunuyum diyen herkesin, Yarının Tarihi’nde yer alan, Balzac, Proust, Verlaine ve Rimbaud üzerine olan denemeleri mutlaka okuması gerektiğini söyleyebilirim.
Bu kitaptan ayrılan parçalardan Rotterdamlı Erasmus’u okumadım ama Montaigne’i okudum. Montaigne, yazarın ölmeden önce kaleme aldığı ve yarım kalan son çalışması. Yarım haliyle bile son derece parlak cümleler ve çözümlemeler içeriyor. Tamamlansaydı hiç kuşkusuz ayrı bir kitap olarak basılmayı hak ederdi ama bu haliyle Montaigne denemesini, Yarının Tarihi’nden ayrı yayımlamayı ticari bir tercih olarak görmeden edemiyorum.
145.) P. K. Dick, Timothy Archer, Çeviren: Artemis Günebakanlı, Altıkırkbeş Yayın, Roman
Timothy Archer, P. K. Dick’in “Valis” üçlemesinin son kitabı.
İlk kitap olan Valis, Dick külliyatını özenli bir şekilde basmaya devam eden Alfa Yayınları tarafından Mart 2020’de yayımlandı. Serinin ikinci kitabı, “The Divine Invasion” “Kutsal İstila” adıyla; benim Altıkırkbeş yayınlarından okuduğum son kitap ise “Timothy Archer’ın Ruhgöçü” adıyla Haziran 2020’de okurlarla buluştu.
Bu notları okuyanların arasında üçlemeye başlamayı düşünenler üçlemenin tamamını ilk kitaptan başlayarak okuma şansına sahip oldukları için benden daha şanslı durumdalar.
Dick’in ölümü ile yarım kalan ve Valis kitapları ile ilişkili olduğu düşünülen The Owl in Daylight isimli bir yapıtın varlığını da biliyoruz.
Timothy Archer’i bilimkurgu türüne dâhil edemiyorum. Kitapta, Psikopos Timothy Archer’ın Zadokite mezhebine ait el yazmalarını keşfetmesi sonucunda inancını sorgulama süreci anlatılıyor.
Kitap, Dick’in 1982’deki ölümünün ardından yayımlanmış. Bu açıdan baktığımızda, Dick’in, hayatının son zamanlarında hangi konuları düşündüğünü, nelere kafa yorduğunu anlamak açısından önemli. Kitap boyunca, Timothy Archer ile (başta gelini olmak üzere) diğer karakterlerin genel olarak inanç, özelde ise Hristiyanlık üzerine yaptıkları uzun tartışmaları okuyoruz.
Timothy Archer, kanımca oldukça zayıf bir roman. Romandan ziyade, hayatı boyunca sorguladığı kavramları sorgulamaya devam eden bir yazarın, yarattığı karakterler aracılığıyla sorularını insanlarla paylaşma çabası, diyebilirim.
P. K. Dick’in, bu sorgulamalar sonucunda net bir cavaba ulaşamamış olması bence bir kazanç. Kitabın didaktik bir çizgiye kaymasını engelleyen unsur da bu olsa gerek.
Timothy Archer’ı, Dick’in ölüm kavramı üzerine uzun uzun düşündüğüne dair bir delil olarak da okuyabiliriz. Roman boyunca anlatılan tüm kahramanlar neredeyse bile isteye ölüme koşuyorlar ve ölüm teması (ölüm sonrası teması ile birlikte) hemen hepsinin kafasını kurcalayan en önemli sorunlardan biri oluyor.
146.) Friedrich Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu, Çeviren: Oktay Emre, Ayrıntı Yayınları, İnceleme
(Büyük kentlerdeki) Sokakların bu kargaşasının itici ve insan tabiatının aykırı bir yönü var. Birbiri üstüne yığılmış olan yüz binlerce insan aynı yeteneklere, aynı güçlere ve mutlu olmak adına aynı haklara sahip değil mi? Ve onlar sonunda mutluluğu aynı yollardan aramayacaklar mı? Ama yine de sanki hiç bir ortak noktaları, birbirleriyle hiç bir ilgileri yokmuşçasına birbirleri üstüne yığılıyorlar. Ortak tek yönlerini, karşıdan gelen kalabalığın yolunu kesmemek için kaldırımda herkesin kendi tarafında durmasını gerektiren yazılı olmayan bir kurala uymaları oluşturuyor. Hiç kimsenin aklına, bir bakışla bile diğerini şereflendirmek gelmiyor. Her birinin bu hayvani ilgisizlik içinde özel çıkarlarına gömülüp duygusuzca yalıtılması, sınırlı bir mekânda yaşayan kişi sayısı arttıkça daha da çirkin bir hal alıyor. Kişi, bu yalıtılışının farkına varsa bile, bu, kendini arayış çabasının çağdaş toplumumuzun temel prensibi olduğu gerçeğini değiştirmez. Ama insanlar hiç bir yerde kendini bu büyük kent kalabalığının ortasındaki kadar yüzsüzce açığa vurmuş ve böylesine kendi bilincine varmış değildir. İnsan ırkının, her biri ayrı prensiplere ve ayrı amaçlara sahip zerrelere (monad) bölünmesi en uç haliyle burada yaşanmıştır.
Yukarıdaki satırlar, Engels’in yalnızca yirmi dört yaşındayken kaleme aldığı İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu isimli kitabından alıntı. (s. 61 – 62)
Alıntıladığım paragrafın günümüzden 176 yıl önce yazıldığını söylemesem, kimse bu kent tasvirinin iki binli yılları anlatmadığını iddia edemez.
Kitabın geneline baktığımda, 176 yıl sonra, insanlığın (göreceli olarak) epeyce bir yol kat ettiğini kabul ederken aslında (temelde) değişen pek bir şey olmadığını düşünmeden edemiyorum.
Bugün, yaşları iki ile sekiz arasında değişen çocukların günde on altı saat fabrikalarda çalıştırılmaları teorik düzlemde bile kabul edilebilir bir şey değil. Doğum yapan kadınların, doğumdan sonraki gün işe başlamalarını beklediğini söylemek bile insanlık suçu olarak kabul edilebilir. Tek göz odalı bir evde on kişinin iç içe yaşamalarının da kabul edilebilir bir yanı yok.
Engels’in kitabında günün normalleri olarak anlatılan yüzlerce detay 21. Yüzyıl için bir istisna olarak kabul edilebilir. Gidişat bu açıdan bakıldığında iyi yönde diyebiliriz.
Bununla birlikte “iyi yönde” iddiasını çürütebilecek yüzlerce güncel örnek de bulunup gösterilebilir. Bu durum, Engels’in kitabının hâlâ “güncel” olduğu görüşünü somut bir biçimde destekler.
Engels’in kitabı günümüz İngiltere’si için de güncel midir, sorusu akıllara gelebilir.
Bu sorunun cevabını, Ken Loach’un 2019 tarihli “Sorry We Missed You” isimli filminde bulabileceğimiz kanısındayım.
Ken Loach, bu filminde iki çocuklu emekçi bir ailenin yaşamlarından bir kesit sunuyor. Erkek, sözleşmeli olarak işe başladığı bir kargo firmasında çalışırken karısı da yaşlı ve hastalara evde destek hizmeti sunan bir sosyal hizmet görevlisidir.
Dışardan bakıldığında sosyal ve ekonomik olarak “iyi” gibi görünen bu ailenin ayakta kalabilmek adına hangi koşullarda çalıştıklarını izleyince 1844 – 1845 yılları arasında yazılan İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu’ndan beri değişen pek de bir şey olmadığını görmek inanılmaz bir deneyim oluyor.
Filmin Künyesi:
Sorry We Missed You (2019)
Süre: 101’
Yönetmen: Ken Loach
Senaryo: Paul Laverty
Ülke: İngiltere, Fransa, Belçika
İMDB: https://www.imdb.com/title/tt8359816/
147.) ALIŞVERİŞ SEPETİ:
“Sosyalleşmek Lazım az biraz” Uğur Günel’in 2012 ile 2017 yılları arasında Gırgır dergisinde yayımlanan çizgi hikâyelerinin adıydı. 2017’de Gırgır dergisi kapatılınca Günel, hikâyelerini sahneye taşımıştı. Aynı isimli gösterisini 2020 yılına dek sürdüren Günel, pandemi nedeniyle gösterisine ara vermek zorunda kaldı.
Günel, salgın nedeniyle gelen zorunlu tatili de boş geçirmemiş. Bu süreçte, Gırgır’da yayımlanan çizgi öykülerinde bir seçki yapmış ve bu seçkiyi kitap formatına dönüştürmüş. Ağustos 2020’de de Günel’in yaptığı seçki Beyaz Fil Yayınları tarafından basıldı.
Günel’in çizgi öyküleri, 90’larda çocuk olanlara nostalji yaşatırken yeni kuşaklara ise bir dönemin ruhunu anlatmayı başarıyor.
1912 ABD doğumlu John Cheever henüz hiçbir eserini okumadığım bir yazar. John Cheever’ın romanlarını Can Yayınları, öykülerini ise Everest Yayınları basıyor.
Nedendir bilmiyorum, Cheever okumaya öyküleri ile başlamak istediğim için yeni baskıları sürekli yapılan romanlarına elim gitmedi.
Yazarın toplu öykülerinin ilk cildi olan Yüzücü, 2011’de ilk baskısını yaptı ve sonra yeni baskısı yapılmadı. Bu baskıyı yakın zamana kadar sahaflarda makul bir fiyata bulamıyordum.
Sözün kısası, Haziran 2020’de Yüzücü’nün ikinci baskısı yapıldı. Merak edenler bir an önce edinsin derim yoksa üçüncü baskı için bir on yıl daha beklemek zorunda kalabilirler.
Murathan Mungan’ın Hamamnamesi ise yazarın neredeyse kırk yıldır üzerinde düşündüğü bir temanın nihayet kitaplaşmış hali olarak sepete eklenmeye değer. Mungan’ın, Murathan 95’te roman olarak tasarladığını söylediği kitap sanırım zaman içinde denemeye evrilmiş.
Ayfer Tunç’un ilk olarak 1992’de yayımlanan Kapak Kızı isimli romanı daha sonraki yıllarda yazar tarafından yeniden ele alınır ve bazı değişikliklerle tekrar yayımlanır.
2010 yılında ise Kapak Kızı ile bağlı olan Yeşil Peri Gecesi yayımlanır. Anlaşılan Tunç, bu iki kitabı bir üçlemeye dönüştürmek istemiş ve Osman’ı yazmış.
Diğer iki kitabı okumuş olanlar için Osman’ı almamak düşünülemez. Yazarla tanışmak isteyenlere ise 2018’de yayımlanan ve bence hakkı yeterince verilmeyen romanı Âşıklar Delidir ya da Yazı Tura’yı önerebilirim. Ya da daha zorlu okumalara açık olanlar, benim Türkçe yazılmış en iyi romanlar listemde tuttuğum Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi ile de başlayabilirler.