133.) Margaret Atwood, Kör Suikastçı, Çeviren: Canan Sılay, Doğan Kitap, Roman
Margaret Atwood, son yıllarda, Damızlık Kızın Öyküsü’nden yapılan uyarlama sayesinde sıkça gündeme geldi. Damızlık Kızın Öyküsü’ne yazdığı devam kitabı ile de Booker Ödülü’nü ikinci kez kazandı.
Atwood’un Booker ödülünü ilk defa almasını sağlayan kitabı, 2000 tarihli Kör Suikastçı idi.
Kör Suikastçı, 2001 yılında Canan Sılay’ın çevirisi ile Oğlak Yayıncılık tarafından yayımlanmıştı. Atwood’un yayın haklarını alan Doğan Kitap ise Sılay’ın çevirisini, 2017 yılında tekrar yayımladı.
Kör Suikastçı; çok basitleştirerek söylersek, feminist bakış açısı ile kaleme alınmış bir aile dramı. Kitaba karakterini veren unsur ise romanın içeriğinden çok biçimi olmuş.
Kör Suikastçı, ilerledikçe birbiriyle örtüşmeye başlayan farklı unsurların bir yapboz gibi parçalar halinde sunulmasından oluşuyor.
Yapbozun parçalarını; yaşı bir hayli ilerlemiş ve geçmişi yazmaya çabalayan Iris isimli başkahramanın anlattıkları, çeşitli zamanlarda yaşananların anlatıldığı gazete haberleri ve Iris’in intihar eden kız kardeşi Laura’nın geride bıraktığı Kör Suikastçı isimli romanın bölümleri oluşturuyor.
Iris’in anılarını yazdığı bölümlerde ise bir yanda romanın şimdiki zamanında yaşananlar diğer yanda ise İris ve ailesinin geçmişleri paralel bir kurgu ile anlatılıyor.
Atwood’un bu anlatım biçimini tercih etmesi, tuğla büyüklüğünde bir kitapla karşı karşıya kalan okurun işini pek de kolaylaştırmıyor. Romanın nerdeyse ilk 400 sayfası boyunca yüzlerce farklı olay ve bir de roman içinde roman olarak sunulan Kör Suikasçı’da anlatılanları dikkatle takip etmek gerekiyor. Kitabın devamında ise Iris’in anlattıkları ile Kör Suikastçı’da anlatılanlar yavaş yavaş birbiri üstüne oturmaya başlıyor, finalde ise Atwood, roman boyunca bilinmezler içinde bıraktığı okuru tatmin eden bir sonla öyküyü tamamlıyor.
Margaret Atwood, Kör Suikastçı ile gerçekten zorlu bir işin altından kalkmayı başarmış. Kitabın biçim olarak tutarlılığını sağlamak, araya serpiştirilen detayların kitabın sonunda ortaya çıkan büyük resmi oluşturacak biçimde anlatmak; tüm bunları yaparken bir yandan erkeklerin dünyasında ezilen, yok sayılan birer nesneye indirgenen kadınları görünür kılmak ve neredeyse bütün yirminci yüzyıla damgasını vuran önemli olayları da romanın fonuna yerleştirmek gerçekten büyük başarı.
134.) Ernst Jünger, Çelik Fırtınalarında, Çeviren: Tevfik Turan, Jaguar Kitap, Anlatı
Ernst Jünger, 103 yıl süren uzun yaşamında iki dünya savaşında da asker olarak yer almış az sayıdaki insandan biri. 1. Dünya Savaşı’nda teğmen olarak savaşan Jünger bu savaştan on dört yara ve beş madalya ile döner. 2. Dünya Savaşı’nda ise yüzbaşı rütbesi ile savaşa katılan yazar, Paris’in Almanlarca işgal edildiği dönemde orada yer alır.
Milliyetçi bir dünya görüşüne sahip olan Ernst Jünger, Nazi rejimine mesafeli kalmaya çalışsa da savaşın sona ermesinin ardından dört yıl boyunca yasaklı olmaktan kurtulamaz. 1950’li yıllardan sonra yazdıkları yeniden yayımlanma şansı bulan Jünger’in, Haziran 2020 itibarıyla, dilimize kazandırılan dört kitabı mevcut.
Bu dört kitap içinde en son yayımlananı ise, orijinal dilinde 1920’de basılmış olan Çelik Fırtınalarında isimli anlatı.
Yazar, bu kitabını 1. Dünya Savaşının hemen ardından 1920’den önce kaleme almış. Dilimize kazandırılması için 100 yıl geçmesi gereken bu yapıt, savaşı bizzat deneyimleyen bir askerin ağzından anlatılan ve savaşı, aksiyon ağırlıklı, militarist veya anti militarist bakış açısıyla yazılmış senaryolara dayalı anlatmaya çalışan filmlere aşina okurlara oldukça farklı gelecektir.
Ernst Jünger kitabında; savaşın rutinini, düşmanla karşılaşıldığında neler hissedildiğini, çatışmanın en şiddetli anlarında yaşananları, en yakınında olan arkadaşlarını bir anda kaybeden gençlerin duygularını, açlığı, susuzluğu, gerilimi ve şu an aklıma gelmeyen onlarca şeyi daha uzun uzun anlatıyor.
İnsana dair anlatılanların yanında, Çelik Fırtınalarında aracılığıyla 1. Dünya Savaşı’ndaki başka hiçbir yerde sözü edilmeyen, genelde göz ardı edilen ya da önemsenmediği için atlanan birçok detayı okuyabiliyoruz.
Çelik Fırtınalarında’yı okuyan ve benzer bir bakış açısıyla çekilmiş başka eserleri merak edenlere, daha önce de önerdiğim Peter Jackson imzalı “They Shall Not Grow Old” isimli belgeseli bir kez daha hatırlatmak isterim.
135.) Carlos Fonseca, Hayvan Müzesi, Çevirmen: Roza Hakmen, Metis Kitap, Roman
Hayvan Müzesi’nin künyesinde, Carlos Fonseca hakkında şu bilgiler veriliyor:
“Kosta Rikalı yazar ve akademisyen Carlos Fonseca 1987 yılında San José, Kosta Rika’da doğdu, Porto Riko’da büyüdü. Liseyi Porto Riko’da bitirdikten sonra ABD’ye giderek Stanford Üniversitesi’nde Karşılaştırmalı Edebiyat öğrenimi gördü. 2009 yılında Stanford’dan mezun olan Fonseca, Princeton Üniversitesi’nde Latin Amerika Edebiyatı ve Kültürü üzerine doktora yaptı. 2014 yılında yayımlanan ilk romanı Coronel Lágrimas ile eleştirmenlerden övgü aldı. 2016 yılında Guadalajara Kitap Fuarı’nda, 1980’lerde doğmuş en iyi yirmi Latin Amerikalı yazardan biri seçildi; 2017 yılında ise kırk yaşın altındaki en iyi otuz dokuz Latin Amerikalı yazarın sıralandığı Bogota39 listesine girdi. Ardından 2018 yılında, La lucidez del miope adlı deneme kitabıyla Kosta Rika’da Ulusal Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü. Eserleri The Guardian, BOMB, Art Flash ve The White Review gibi gazete ve dergilerde de yayımlanan Fonseca halen Londra’da yaşıyor ve Cambridge Trinity College’da ders veriyor. Hayvan Müzesi yazarın Türkçedeki ilk kitabı.”
Yukarıdaki alıntıya baktığımızda Fonseca’nın, gittikçe küçülen dünyada zamanın ruhuna uygun bir hayat yaşadığını görürüz. Kosta Rika ve Porto Riko’da başlayan hayat, ABD’de sağlam bir eğitimle destekleniyor ve son olarak Londra’da akademisyenlik yaparak devam ediyor.
Böyle bir biyografiye sahip yazarın küresel bir roman yazması sanırım kimseyi şaşırtmaz.
Hayvan Müzesi, Güney Amerika’da ve ABD’de geçenlerin anlatıldığı bir olay örgüsüne sahip.
Özet olarak, bir müze bilimcinin ünlü bir moda tasarımcısı ile başladıkları projenin yarım kalmasından sonra yaşananlar anlatılıyor.
Kitap, moda tasarımcısının ölümünün ardından müze bilimciye bıraktığı zarfların gizemi üzerinden açılıyor ve katman katman ilerleyerek toplamda kırk yıla yakın bir zamana yayılan olayları anlatıyor.
Kimi romanları okurken yazarın kurguya olan hâkimiyetine, ne denli zor olduğunu kolaylıkla görebildiğimiz bir biçimin altından ustalıkla kalkışına hayran olurum. Buna rağmen, romanı okuyup bitirdiğimde beni tatmin etmeyen bir şeyler içimde kalır ancak bunları sözcüklerle ifade etmekte de zorlanırım.
Hayvan Müzesi de tam olarak böyle kitaplardan.
Roman boyunca, Fonseca’nın kurduğu oyuna büyük bir hayranlıkla dâhil olduğumu söyleyebilirim. Yazarın, gerçek hayattan alarak kurmacaya yerleştirdiği unsurlar, felsefi tartışmalar, sanat üzerine ve sanatın sınırına dair yaşanan fikir ayrılıkları ve bunun gibi daha onlarca detayı, kurmacayı zedelemeden eserine alabilmesi gerçekten büyük başarı. Bununla birlikte Hayvan Müzesi’nin içimde bıraktığı ve sözcüklere dökemediğim olmamışlık hissinin içimi kemirmesine engel olamıyorum.
Kitabın ilk baskısında, “İçindekiler” bölümünde dördüncü bölümün adını yazarken bir yanlışlık yapılmıştı. Bölümün adı, “Güneye Yürüyüş (2007)” olarak verilmişti. Bölüm başlığında ise “Güneye Yürüyüş (1977)” yazıyordu. Bölümü okumadan önce şüpheye düşmüş, İspanyolca aslını kontrol etmiştim. Kitabın orijinalinde 1977 tarihinin yazılı olduğunu görünce yazarın bir oyunu ile değil de basit bir dizgi hatası ile karşı karşıya olduğumu anlamıştım.
Bu yazı için Metis Yayınlarının web sitesine baktığımda ilk baskısı Ekim 2019’da yapılan kitabın Mart 2020’de ikinci baskıya ulaştığını gördüm. Dilerim, Türkiye yayıncılığında işini en titiz şekilde yapan yayınevlerinden olduğunu düşündüğüm Metis, bu yanlışı düzeltmiştir.
136.) Manuel Benguigui, Alman Koleksiyoncu, Çeviren: Aysel Bora, YKY, Roman
Manuel Benguigui, adını Alman Koleksiyoncu ile duyduğum bir yazar. Kitapta, sanat aşığı Ludwig’in fanatik bir Nazi taraftarı olmamasına rağmen, Fransa’daki sanat eserlerini ele geçirebilmek için şeytanla işbirliği yapmasının hikâyesini okuyoruz.
Fikir gerçekten çok iyi. Bununla birlikte kitabı okuyup bitirdiğimde bu çok iyi fikrin yeterince iyi işlenemediğini düşünmeden edemedim. Yazar, popüler olana göz kırpıp hikâyesini basit bir macera romanına dönüştürmemiş. Anlatısını daha çok Ludwig karakterinin çözümlemesine ayırmayı tercih etmiş ama bunu da yeterince derinleştiremediği için Alman Koleksiyoncu zayıf bir roman olarak kalmış.
137.) Pierre Boulle, Maymunlar Gezegeni, Çevirmen: S. İpek Ortaer Montanari, İthaki Yayınları, Roman
1912 doğumlu Fransız yazar Pierre Boulle, oldukça maceralı geçen yılların ardından yerleştiği Malezya’dan 1948’de Fransa’ya döner ve tüm zamanını yazmaya ayırır.
İlk büyük çıkışı 1952’de yayımlanan Kwai Köprüsü isimli roman ile olur. Kitap sinemaya uyarlanıp farklı dallarda yedi Oscar Ödülü kazanınca yazarın popülerliği daha da artar.
Pierre Boulle’un adını duyuran bir diğer önemli romanı da 1963’de yayımlanan ve bugün bilimkurgu klasiği olarak kabul edilen Maymunlar Gezegeni’dir.
Maymunlar Gezegeni de sinemaya uyarlanır ve 1968’de yapılan bu uyarlama da iki Oscar Ödülü kazanır.
Maymunlar Gezegeni’nde, 2500 yılında Betelgeuse isimli yıldıza doğru seyahat eden gemide yer alan gazeteci Ulysse Mérou ve Profesör Antelle’in yaşadıklarını okuruz.
İkilinin yolculuğu (Latince kız kardeş anlamına gelen) Soror isimli bir gezegende son bulur. Kısa süre içinde, bu gezegende maymunlarla insanların yer değiştirmiş bir şekilde yaşadıklarını öğrenirler. Gezegendeki medeniyeti maymunlar kurmuş, insanlar ise sınırlı zihinsel kapasiteleri nedeniyle öldürülmekte, ev hayvanı olarak alınmakta veya denek olarak kullanılmaktadır.
Olayları Ulysse Mérou’nun anlatımı ile okuruz. Maymunlar Gezegeni, yüzeysel bir bakış açısıyla bir macera romanı olarak nitelenebilir. Bununla birlikte kitabın asıl meselesi, kendisini tüm canlıların en tepesinde konumlandıran insanların ve bağnaz düşüncelere saplanıp kalmış kişilerin somut gerçeklerle giriştiği nafile mücadelenin eleştirisidir.
Maymunlar Gezegeni’nin 1968’de sinemaya uyarlandığını yukarıda yazmıştım. Bugünden baktığımızda, maymun kostümü giymiş insanların oynadığı bu film teknik anlamda eskimiş gibi görünebilir. Buna rağmen, filmde sabit fikirliliğin ve bağnazlığın eleştirisi oldukça iyi bir şekilde yapıldığı için sahip olduğu teknik yetersizlik görmezden gelinerek izlenirse, son derece başarılı bir uyarlama olduğu söylenebilir.
Kitabın sonunda bizi iki sürpriz bekler. İlk sürpriz, Ulysse Mérou’nun Soror’dan kurtulmasından sonra; ikinci sürpriz ise, kitabın başında Ulysse Mérou’nun notlarını bulan ve okumaya başlayan çiftin kimliği üzerinden yapılır.
Film uyarlamasının sonu ise bambaşkadır. Kanımca, kitabın sonu ile yarışır derecede parlak bir fikir etrafında kurgulanan bu son, aynı zamanda sonraki uyarlamaların da kapısını açan bir anahtar görevi görür.
1968 tarihli Planet of the Apes’in ardından sırasıyla Beneath the Planet of the Apes (1970); Escape from the Planet of the Apes (1971); Conquest of the Planet of the Apes (1972) adlarını taşıyan üç devam filmi daha yapılır.
2001 yılında Tim Burton, Planet of the Apes adını taşıyan bir uyarlamaya daha imza atar. İzlemediğim bu uyarlamanın oldukça kötü olduğu konusunda hemen herkes hemfikir.
2011 yılına geldiğimizde ise Boulle’nin kitabını çıkış noktası olarak alan ama çok daha farklı senaryoya sahip bir üçleme başlar:
Rise of the Planet of the Apes (2011); Dawn of the Planet of the Apes (2014); War for the Planet of the Apes (2017) adlarını taşıyan bu filmler gezegenin insanların kontrolünden çıkıp maymunların kontrolüne geçişinin öyküsüdür.
İlerleyen teknoloji sayesinde, yukarıda adlarını saydığım üçleme teknik anlamda son derece başarılıdır. Bununla birlikte kitaba ve 1968 tarihli ilk filme halel getirmeyen son derece tutarlı ve tatmin edici uyarlamalardır.
Kitabı okumayanlar veya ilk filmi seyretmeyenlerin de 2011’de başlayan üçlemeyi büyük bir keyifle izlenen macera filmleri olarak algılayıp beğeneceklerini tahmin ediyorum. Kitabı okuyanlar ve en azından ilk uyarlamayı izleyenler, üçlemenin referans gösterdiği detayları fark ettikçe filme olan hayranlıklarının artacağından eminim.
Kitap + (en azından ilk) filmin ardından üçlemeyi seyredenler, üçlemede yer verilen, uzaya giden geminin kaybolması, Koba’nın bitmeyen nefretinin nedenleri, farklı maymun türlerinin gösterdiği tepkilerin gelecekteki olası sonuçları, son filmde sürekli vurgulanan oyuncak bebeğin ne anlama geldiği veya kitapta cevabı verilmeyen Profesör Antelle’e ne olduğu gibi bence önemli detaylar hakkında aydınlanma yaşayacaklardır.
Son olarak, filmlerin IMDB linklerini bırakarak bu maddeyi toparlayabilirim:
- Planet of the Apes (1968)
https://www.imdb.com/title/tt0063442/
- Beneath the Planet of the Apes (1970)
https://www.imdb.com/title/tt0065462/
- Escape from the Planet of the Apes (1971)
https://www.imdb.com/title/tt0067065/
- Conquest of the Planet of the Apes (1972)
https://www.imdb.com/title/tt0068408/
- Planet of the Apes (2001)
https://www.imdb.com/title/tt0133152/
- Rise of the Planet of the Apes (2011)
https://www.imdb.com/title/tt1318514/
- Dawn of the Planet of the Apes (2014)
https://www.imdb.com/title/tt2103281/
- War for the Planet of the Apes (2017)
https://www.imdb.com/title/tt3450958/
138.) ALIŞVERİŞ SEPETİ:
2019’un son haftalarında Çin merkezli olarak başlayan Covid-19 salgınının etkilemediği bir işkolu var mı, bilmiyorum ama dünya genelinde yayıncılık sektörünü ciddi olarak etkilediği muhakkak.
Türkiye özelinde konuşursak, kitap satışlarının önemli bir kısmının kitabevleri üzerinden yapıldığını söyleyebiliriz. Üç aya yakın bir süre boyunca kitapçıların kapalı kalması başta kitabevi sahiplerini ve çalışanlarını, bağlı olarak da yayınevlerini oldukça zorladı.
Birçok yayınevi yaza girerken yayımlamayı düşündüğü kitapların basım ve dağıtım tarihlerini öteledi. Dağıtım için bekleyen kitaplar için depolama masrafı da üstüne binince orta ve küçük ölçekli yayıncılar büyük bir mali yükün altında kaldı. Yeni kitapların yayımlanamaması, eskilerinin satışlarının düşmesi gibi nedenlerle sektörün tüm bileşenleri (yazarlar, editörler, tasarımcılar, matbaacılar, dağıtımcılar, kâğıt toptancıları vb.) sonunu göremedikleri bir yolun ortasında kalmış gibi oldular.
Haziran 2020 itibariyle tek tük de olsa bekleyen kitapların okurla buluşmaya başladığını söyleyebilirim.
133. maddenin ilk paragrafında, Margaret Atwood için “Damızlık Kızın Öyküsü ’ne yazdığı devam kitabı ile de Booker Ödülü’nü ikinci kez kazandı.” ifadesini kullanmıştım. Bu cümlede geçen devam kitabının orijinal adı The Testaments idi.
Bu kitap, Mart ayının son günlerinde Canan Sılay’ın çevirisi ile “Ahitler” adıyla Doğan Kitap tarafından yayımlandı.
Damızlık Kızın Öyküsü, yıllar önce okuduğum ve oldukça başarılı bulduğum bir romandı. Atwood, bu kitabı ile feminist distopya alt türünü oldukça yukarı bir noktaya taşımıştı.
Yazarın bu başarılı romanı 2017’de başlayan ve oldukça sevilen dizi uyarlaması ile daha da bilinir oldu. Diziyi izlemediğim için kitapla kıyaslamasını yapabilecek durumda değilim ama okuduğum / duyduğum kadarıyla dizi, zaman ve olaylar olarak kitaptan epeyce ayrılmış. Benzer bir durum, Taht Oyunları için de olmuştu. Martin, serinin devamını yazmayı geciktirdikçe dizi senaristleri kendi yollarına devam etmişlerdi. Ahitler’in yayımlanması, belki dizi senaristlerinin işini kolaylaştırır.
Ahitler, Damızlık Kızın Öyküsü’nün kaldığı yerden devam etmiyor. O kitapta anlatılanların on beş yıl sonrasında geçenler üzerinde kurulu.
504 sayfalık romanı edinmeyi ve okumayı sabırsızlıkla bekliyorum. Bu arada, Damızlık Kızın Öyküsü’ne hızlı bir göz gezdirmek, kitabı okumalarının üzerinden epeyce zaman geçmiş okurlar için faydalı olur.