in , , ,

Pis Okurun Notları (114 – 123)

114.) Jose Saramago, Heykelden Taşa, Çeviren: Emrah İmre, Kırmızı Kedi

Aklımda yanlış kalmadıysa, 2019 yılı itibarıyla Saramago’nun 25’ten fazla kitabı dilimize kazandırıldı.

Bu durumun; Saramago’nun hiçbir kitabını okumamış olanlar için nereden başlamalı, sorusunun cevabını bir hayli zorlaştıran bir toplam olduğunu söyleyebiliriz.

Pek çok okur, işin kolayına kaçacak ve yazarın en bilinen eseri olan Körlük’ten başlayacaktır. Kitabı severse devam kitabı olan Görmek’i okuyacak, merak etmeye devam ederse Saramago’nun bilinir olmasını sağlayan kitabı Baltasar İle Blimunda ile devam edecektir.

Heykelden Taşa’yı okurken, Saramago külliyatına başlamak için anahtar niteliğinde bir eser olduğunu düşündüm.

Kitaba anahtar niteliğini veren temel verileri, Saramago’nun bir konuşmasının yazıya dökülmüş hali olan, “Heykelden Taşa: Yazar Kendini Açıklıyor” isimli yazı ile Fernando Gomez Aguilera’nın kaleme aldığı, “Heykel ve Taş: Yazar Eserinin Yansımasıyla Karşı Karşıya” isimli yazı sunuyor.

Kitapta bu iki önemli yazının yanında, metinlerin doğuş süreçlerinin anlatıldığı sunuş ve önsözler; Saramago’nun 1998 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanması nedeniyle Stockholm’de gerçekleştirdiği iki konuşma; Saramago’nun kaleme aldığı sekiz sayfa uzunluğundaki bir otobiyografi ve Fotoğraf Albümü yer alıyor.

Tüm bu yazılar sayesinde, Saramago’nun çocukluğundan başlayarak, politik deneyimlerini, onun edebiyat dünyasının evrelerini, bu evrelerin yıllarını ve hangi kitapların hangi dönemin ürünü olduğu gibi oldukça işlevsel birçok bilgiye ulaşabiliyoruz.

Bu kitabı okumak; bir yanda, okuduğum Jose Saramago kitaplarına daha farklı bir gözle bakmamı, diğer yanda ise gelecekte okumayı düşündüğüm Saramago kitaplarının sıralamasını yeniden yapmamı sağladı.

115.) Öztürk Serengil, Yeşilçam’ı Benden Sorun, Milliyet Yayınları, Anı

Öztürk Serengil, sinema kariyerine kötü adam olarak başlasa da ilerleyen yıllarda komedi filmleriyle adını sinema tarihine yazdırdı. Çoğunlukla Mücap Ofluoğlu’nun sesi ile kulaklarımızda yer eden Serengil’in alameti farikasını, eğip büktüğü sözcükler ve günlük dilde karşılığı olmayan kimi ünlemler oluşturur.

Öztürk Serengil’in sinema kariyeri, özel hayatı ve ekonomik durumu hiçbir zaman düz bir çizgide ilerlemez. Bir an zirveye tırmanmışken kısa süre sonra en dibi görür. Bu durum usta oyuncunun taviz vermez kişiliği ile de birleşince kimi zaman ciddi polemiklerin ortasında kalan Serengil, bir şekilde her türlü olumsuzluktan paçayı kurtarır.

Yeşilçam’ı Benden Sorun, Öztürk Serengil’in maddi anlamda dibi gördüğü bir dönemde, en azından çocuklarıma kendimi anlatayım, diyerek kaleme aldığı anılarının adı. Kitabın alt başlığı,  “Gerçek Kişiler, Gerçek Olaylar ve Gerçek Bir Yaşam Öyküsü…” adını taşıyor.

Aralara sıkıştırılan milliyetçi tiratlara takılmadan okunursa Yeşilçam’ı Benden Sorun, bugünden bakıldığında çok geride kalmış bir döneme ait ilk elden kaleme alınan tanıklıklar sunuyor. Ayrıca, Fikret Hakan’dan Müjdat Gezen’e kadar sinema, tiyatro ve gösteri dünyasında yer almış birçok figürle ilgili magazinel detaylara yer veriyor olması nedeniyle de okunmayı hak ediyor.

Kitabın ilk baskısı 1985 yılında Milliyet Yayınları tarafından yapılır. Kitabın tekrar basılması ise, 1998 yılını bulur. Serengil, 1999’da hayatını kaybeder fakat o tarihten beri kitabın yeni bir baskısı yapılmaz.

Yeni baskı talep olmadığı için mi, telif sorunu nedeniyle mi yoksa Öztürk Serengil’in, anılarını kendini frenlemeden kaleme almasından dolayı mı yapılmıyor, bilmiyorum. Benim fikrim, olası bir yeni baskı, içerik açısından kişilik haklarına saldırı olarak değerlendirilip dava konusu edilebilir, yönünde.

Eğer tahminim doğruysa, kitabın tekrar basılabilmesi bir hayli zor. Meraklıları kitabı hâlâ, sahaflarda makul fiyata bulabilirler. Aramakla uğraşmak istemeyenlerse “malum” ortamları biraz kurcalarlarsa Yeşilçam’ı Benden Sorun’un dijital bir kopyasını bulabilirler.

116.) Selçuk Orhan, Aranmayan Özellikler, Doğan Kitap, Roman

Aranmayan Özellikler’de, muhasebeci/mali denetçi olarak çalışan Faruk’un, çokuluslu bir şirket olan Mobay Oil’in başka bir şirketle birleşme dönemi öncesinde yürüttüğü soruşturmayı okuyoruz.

Şirkette bir dönem çalışmış olan Süleyman Kara, adı çok önemli yolsuzluklara karışmış bir kişidir. Kayıtlarla oynayarak, sayısı tam olarak tespit edilemeyen onlarca kişiyi işe girmiş gibi göstermiş ve bu sayede çok yüksek miktardaki paranın şirketten çıkmasına neden olmuştur.

Faruk, bu kapsamda şirkette çalışmış görünen kişiler üzerinden Süleyman Kara’ya ulaşmaya çalışmaktadır. Yürüttüğü soruşturmayı gizli tutmakta ve gelişmeleri, arkadaşı Sefa ve Natali dışında kimseyle paylaşmamaktadır.

Kitap bir yönüyle polisiyeye göz kırpıyor diğer yönüyle de beyaz yakalı çalışanların iç dünyalarını, davranış kalıplarını vs. anlatarak kapitalizm eleştirisi yapıyor. Tüm bunları da merak unsurunu hep canlı tutarak, plaza dili ve edebiyatına ait terimlere çok fazla yer vermesine rağmen, son derece akıcı bir üslupla gerçekleştiriyor.

Kısacası, kitap, iyi bir romandan beklediğim temel özelliklerin birçoğuna sahip gibi görünüyordu. Ta ki son yirmi sayfaya kadar. Hatta son yirmi sayfayı okumadan önce, Selçuk Orhan’ı ben nasıl atlamışım, diğer kitaplarını da mutlaka okumalıyım, diye düşünmekten kendimi alamadım.

DİKKAT: Yazının devamında, romana dair sürprizbozan/spoiler var.

Aranmayan Özellikler’in son yirmi sayfasında, kitap boyunca yürütülen soruşturmanın sonuca bağlanmasını okuyoruz. Bu sayfalarda, o ana kadar karşılaştığımız karakterlerle ilgili tüm yargılarımız ters yüz ediliyor. Kısacası, “sürprizli sona sahip” diye tabir edeceğimiz bir kitaptan bahsediyorum.

Sürprizli son, özellikle sinemada, ayrıca edebiyatta da çok iyi örneklerini gördüğümüz bir tercih. Sürprizli sona sahip örneklerin iyi olanları, okurların/izleyenlerin; yazarın/yönetmenin/senaristin zekâsına hayran kaldığı unsurlara sahiplerdir.

Bu noktada, bu işi başaramayan eserlerde ortak olduğunu düşündüğüm iki eksik/yanlış olduğunu söyleyebilirim. En sık görülen, eksik/yanlış, sürpriz olması gereken sonların, aslında pek de sürpriz olmaması. Yani, esere biraz yoğunlaşan herkesin o sonu kolaylıkla tahmin edebilmesi veya sürprizin beklentinin altında kalması yani, okuru/izleyiciyi şaşırtmaması. Şaşırmama halinin, sürprizin çok basit olması nedeniyle veya inandırıcı bulunmaması nedeniyle ortaya çıktığını düşünüyorum.

Aranmayan Özellikler, bu anlamda, tahmin edilebilir değil. Yürütülen soruşturmanın nereye varacağını kestirmek oldukça güç.

Benim görüşüme göre, Aranmayan Özellikler’in sonunun zayıf olmasının nedeni inandırıcı olmaması.

Faruk, 250 sayfaya yaklaşan romanın sonuna doğru, birden bire faturalara bakmayı akıl ediyor ve aniden ulaştığı adreste şıp diye Süleyman Kara’yı buluyor. Süleyman; Sefa ve Natali’nin aslında işin içinde olduklarını bülbül gibi anlatıyor. Sonrasında da Natali’nin evinde, Faruk’un da aslında göründüğü gibi olmadığını okuyoruz vs. vs.

Kendi adıma, kitabın sonunu epeyce zorlama bulduğumu söyleyebilirim. Bu zorlamalık; kitabın sonu, yazarın kitap boyunca yarattığı dünyaya uygun olmadığı için sıkıntı yaratıyor. Göreceli olarak, gerçekçi bir zemine oturan roman, olayların çözüme kavuştuğu bölümlere gelince, tesadüf zincirlerinin yaşandığı, gerçekçi edebiyat eserlerindeki karakterlerin geçmişleriyle bugünleri arasında akılla açıklanamayacak değişimler yaşadıklarının anlatıldığı satırlarla dolup taşıyor.

117.) Haldun Taner, Ayışığında “Çalışkur” YKY, Öykü

İnternet yasakları, sosyal medya üzerinden açılan soruşturmalar, geleneksel medya üzerindeki sıkı denetim; son yıllarda üzerinde sıkça tartışılan, düşünülen konuların başında geliyor.

Bu konularla birlikte, hiç kuşkusuz, sansür ve otosansür kavramları da çokça konuşuluyor.

Kanımca, sansürün savunulacak bir tarafı yok fakat asıl tehlikeli olan otosansür. Bir düşünceyi, bir kültür sanat eserini özgürce yaratmak işin ilk kısmı, ortaya çıkan ürünün otoritelerce sansürlenmesi ise işin diğer kısmı. Süreç böyle işlediğinde utanç, sansürü uygulayanın hanesine yazılıyor.

Otosansürde ise düşünceyi veya eseri üreten kişi, henüz daha üretim sürecindeyken çeşitli kaygılar nedeniyle kendi kendini kısıtlıyor.

Sosyal medya üzerinden düşüncelerimizi açıklarken bile “Silivri soğuktur şimdi,” cümlesinin aklımızdan geçtiği bir dünyada zihnimizin iğfal edildiği gerçeğini kabul etmemiz gerekir.

Haldun Taner’in Ayışığında “Çalışkur” isimli öykü kitabı, ilk olarak 1954 tarihinde yayımlanmış ve yukarıda açıklamaya çalıştığım düşüncelerle örtüşen bir içeriği var.

Kitap üç bölümden oluşuyor, ilk bölümde Ayışığında “Çalışkur” isimli öykü ve Hikâyenin Tepkileri isimli bir alt bölüm var. Tepkiler bölümünde “Çalışkur” yazarına gelen mektuplardan parçalar verilmiş. Bu mektuplar; lise öğrencilerinden, öyküyü sahnelemeyi düşünen tiyatroculardan tutun da tiyatrocuları denetleyen kurumun yazdığı rapora kadar farklı kesimlerin tepkilerini barındırıyor. Bu bölümdeki tepkilerin çoğu olumsuz ve bazıları da aba altından sopa gösterir nitelikte.

Tepkiler bölümünün ardından “Sonuç” adını taşıyan yeni bir bölüm geliyor. Bu bölümde, Ayışığında “Çalışkur” yazarı, öyküyü ilk bölümdeki tepkileri göz önünde tutarak yeniden yazıyor ve bir epilog ekliyor.

Nitelikli bir okur, öykünün ilk halinin daha gerçekçi, daha iyi yazılmış ve daha eleştirel olduğunu kolaylıkla anlayabilir. Bununla birlikte öykünün ikinci hali, toplum normlarına daha uyumlu ve eleştirel unsurlardan arındırılmış.


Haldun Taner

Kitap, Sonucun Tepkileri adını taşıyan bir bölümle sonlanıyor. Bu son bölümde, öykünün ikinci yazımına gelen tepkiler yer alıyor. Tahmin edeceğiniz gibi, ilk yazımı kıyasıya eleştiren okurlar bu ikinci yazımı yere göğe sığdıramıyorlar. Çalışkur yazarının önü açılıyor ve kültür sanatla ilgili devlet kurumlarının sınırsız olanaklarına ulaşma imkânı doğuyor.

Kitap, yukarıda değinmeye çalıştığım biçim ve içerik yapısı sayesinde az şey söyleyerek çok fazla düşünceyi aktarma görevini başarıyla yerine getiriyor.

Kitabın biçim açısından taşıdığı öncü rolüne özellikle değinmek gerektiğini düşünüyorum. Oulipo gibi edebiyatın içeriğine biçimsel farklılıklar getirmeye çalışan bir akımın 1960 doğumlu olduğunu düşündüğümüzde Haldun Taner’in 1954 çıkışlı bu kitabının öncü kimliğini kolaylıkla anlayabiliriz.

Çalışkur’u; ilk eserlerini 1950’li yılların ikinci yarısından sonra vermeye başlayan Ferit Edgü, Orhan Duru, Demir Özlü, Bilge Karasu, Leyla Erbil gibi yazarların eserlerinin öncüsü olarak da görebiliriz.

118.) Gertrude Stein, Picasso, Çeviren: Kaya Özsezgin, Dedalus Kitap, Anı / Biyografi

Stein’ın yazmış olduğu Picasso, lokmalık kitaplardan. Yalnızca 63 sayfa.

Kabaca, “Picasso 101” olarak niteleyebileceğim yapıtı, John Berger’ın Picasso’nun Başarısı ve Başarısızlığı isimli kitabından önce okumuş olmayı isterdim.

Ama bu kitabın benim için önemi, Stein’ın yazmış olduğu ve benim atlamış olduğum Alice B. Toklas’ın Özyaşamöyküsü isimli kitabı keşfetmemi sağlamış olması.

119.) Alberto Manguel, Borges’in Evinde, Çeviren: Cem Akaş, YKY, Anlatı

Manguel, oldukça erken yaşlarında çeşitli tesadüfler sonucu, görme yetisini kaybetmiş olan Borges’e kitap okuma şansına sahip olmuş kişilerden.

Manguel’in yazdıkları sayesinde de büyük yazarın o dönemindeki rutinlerini, evini, annesini ve yaşadıklarının bir kısmını okuma şansına sahibiz.

Borges’in Evinde de lokmalık kitaplardan: 64 sayfa. Borges’in kitaplarını okuyanlar ve yazara dair her türlü bilgiye aç olanlar için okunması şart olan bir kitap.

Borges’in Evinde’yi başka bir kitap ile tamamlamak isteyenlere ise, Willis Barnstone’un editörlüğünde hazırlanan ve Celal Üster’in dilimize kazandırdığı, Borges Sekseninde isimli kitabı öneririm.

 

 

120.) (Bir) Döküm:

Pis Okurun Notları’nda düzensiz aralıklarla yaptığım toplu döküm/öneri listelerinin sonuncusunu Haziran 2019’da yayınlanan 83. maddede yapmışım. 15 Haziran 2019’a kadarki okumaları kapsayan o maddeden beri (bu satırları yazdığım 24 Aralık 2019’a kadar) toplam 32 kitap okumuşum.

Bu kitapların 16 tanesini önerilebilir nitelikte buldum. Kitapları beğeni durumuna göre değil, okunma sırasına göre listeliyorum:

  • Henri Troyat, Dostoyevski, Çevirmen: Leyla Gürsel, İletişim Yayınları, Biyografi
  • Latife Tekin, Berci Kristin Çöp Masalları, Can Yayınları, Roman
  • Burhan Sönmez, İstanbul İstanbul, İletişim Yayınları, Roman
  • Thomas Bernhard, Bitik Adam, Çevirmen: Sezer Duru, YKY, Roman
  • Haldun Taner, Ayışığında “Çalışkur”, YKY
  • Klaus Mann, Mephisto, Çevirmen: M. Sami Türk, Everest Yayınları, Roman
  • Jose Saramago, Heykelden Taşa, Çevirmen: Emrah İmre, Kırmızı Kedi
  • Onur Ünlü, Kızçocuğu, Doğan Kitap, Roman
  • Gertrude Stein, Picasso, Çevirmen: Kaya Özsezgin, Dedalus Kitap, Anı
  • Söyleşi: Feridun Andaç, Adalet Ağaoğlu Kitabı, İş Bankası Yayınları, Nehir Söyleşi
  • Orhan Koçak, Bahisleri Yükseltmek, Metis Kitap, Eleştiri/İnceleme
  • Varlam Şalamov, Kolıma Öyküleri, Çevirmen: Gamze Öksüz, Jaguar Kitap, Öykü
  • Öztürk Serengil, Yeşilçam’ı Benden Sorun, Milliyet Yayınları, Anı
  • Umberto Eco , Jean Claude Carriere; Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın, Çevirmen: Sosi Dolanoğlu, Can Yayınları, Söyleşi
  • Stefan Zweig, İnsanlığın Yıldızının Yükseldiği Anlar, Çevirmen: İlknur İgan, İş Bankası Yayınları, Deneme

121.) Jale Parla, Don Kişot’tan Bugüne Roman adını taşıyan müthiş çalışmasının ilk bölümlerinden birinde William Shakespeare’den de bahseder. İlgili bölümde şu cümleler yer alır:

“(…) 1533-1678 yılları arasında, Neoklasik yönelişlerin başıyla doruğu arasında, üç Kleopatra tragedyası yazıldı. Bunlardan birincisi, Etienne Jodelle’in Cleopatra Captive’i (Esir Kleopatra,1533), İkincisi William Shakespeare’in Antony and Cleopatra’sı (Antonius ve Kleopatra, 1606-1607), üçüncüsii de John Dryden’ın All For Love’ıdır (Her Şey Aşk İçin, 1678). Üçünün de kaynağı Plutarkhos’un Vitae parallelae (Koşut Yaşamlar) adlı kitabıdır.

(…) Böylece her iki yazar da olayı yirmi dört saatle kısıtlama gereğini yerine getirmiş olur. Yalnız Shakespeare bu kurala uymaz. Shakespeare’in Antonius ve Kleopatra’sında olaylar on yılı aşkın bir süreye yayılmış ve bütün bir dönemin tarihini kapsayacak kadar genişletilmiştir. (abç)

(…)Shakespeare’in Antonius ve Kleopatra ’sında ise, yalnızca klasik yer-zaman-olay birliğine aldırılmadığını değil, kıssadan alınacak hisseye de omuz silkildiğini görürüz. Çünkü Shakespeare’in oyununda tutku ön plandadır ve karşımızda son nefeslerine kadar hırs, ihtiras, aşk ve kıskançlıkla yaşayan bir Kleopaıra ile Antonius vardır.” (abç) (s. 29 – 30 – 31)

Yukarıda altını çizdiğim cümleler, Shakespeare oyunlarının bugün neden hâlâ sahnelendiğini ve seyircilerin neden bu oyunlardan zevk almayı sürdürdüklerinin ipuçlarını barındırır.

Shakespeare, tarihsel bir olaydan yola çıkar gibi görünürken aslında insanlığın ortak duygu ve düşüncelerini yalın ve çıplak bir dille anlatmayı hedefler.

Shakespeare oyunlarına bu gözle baktığımızda, aradan ne kadar zaman geçerse geçsin tüm insanlara bir yerlerinden dokunan oyunlar olduklarını görürüz.

Yukarıdaki uzun girizgâhı, Taviani kardeşlerin 2012 tarihli “Cesare Deve Morire” isimli filminden bahsedebilmek adına yaptım.

Filmde; yüksek güvenlikli Rebibbia Hapishanesi’nin mahkûmlarından oluşan oyuncu kadrosunun Shakespeare’in, Jul Sezar oyununu sahneye taşıma sürecini ve bu süreç sonunda ortaya çıkan oyunun bir parçasını izleriz.

Filmde, prova sahneleri ve mahkûmların günlük hayatları siyah beyaz aktarılırken, sahnelenen oyuna ait bölümler ise renklidir. Biçime dair bu ince detayı ayrı bir yere bırakırsak, Cesare Deve Morire’in; Shakespeare’in, yazdığı oyun aracılığıyla insanlığa dair söylemek istediği hemen her şeyi barındıran bir yapıt olduğunu söyleyebiliriz.

Sezar, güç hırsıyla yanıp tutuşurken diktatörlüğünü ilan eder ve Roma’yı bir imparatorluğa dönüştürür. Güç isteği ve mutlak iktidara duyulan sınırsız arzu, onun ölümüne neden olacak süreci de başlatır.

Ciddi suçlardan hüküm giymiş insanların olduğu bir yer olan hapishane ise, eril şiddetin ve iktidar kavgalarının günlük hayat içinde bolca gözlemlenebileceği bir mekân olduğu için Taviani kardeşler ve Shakespeare’in seyirciye iletmek istedikleri mesajların kesişim noktası olarak doğru bir tercih olarak değerlendirilebilir.

Mahkûmlar; güzel sanatlar içinde değerlendirilebilecek bir alanda faaliyet gösterirken, hapishane gerçekliği içinde var olma savaşı verirler ve Cesare Deve Morire filmi, farklı bir Shakespeare uyarlaması izlememizi ve 21. Yüzyıldaki insanlığa dair verdiği içi dolu mesajlar üzerinde düşünmemizi sağlar.

Filmin Künyesi:

Cesare Deve Morire

Yönetmen: Paolo Taviani, Vittorio Taviani

Senaryo: William Shakespeare, Paolo Taviani, Vittorio Taviani

Ülke: İtalya

Süre: 76’

IMDB: https://www.imdb.com/title/tt2177511/

122.) Yeri gelmişken, Alfa Kitap tarafından yayımlanmaya başlayan Shakespeare külliyatına da değinmek gerekir.

Türkçede Shakespeare’in bütün oyunlarının çeşitli yayınevleri tarafından yapılmış nitelikli çevirilerine ulaşmak mümkün.

Alfa Kitap; bu farklı seçeneklerin içinde, yaptığı nitelikli çevirileri tatmin edici önsözlerle ve oldukça ayrıntılı dipnotlarla zenginleştirerek başladığı Shakespeare dizisiyle bu kulvara farklı bir soluk getirmeyi başardı. Kitapları, ciltli ve ciltsiz seçenekleriyle sunmaları da diziyi farklı kılan etmenlerden biri.

Alfa Kitap’ın bastığı Shakespeare külliyatının farkını vurgulayabilmek adına birçok yayınevi tarafından dilimize kazandırılan Fırtına isimli oyunun sayfa sayısına bakabiliriz.

Fırtına’nın Remzi Kitabevi tarafından yayımlanan baskısının çevirmeni Bülent Bozkurt ve kitap, 128 sayfa.

Özdemir Nutku tarafından yapılan ve İş Bankası Yayınları tarafından yayımlanan çeviri ise, 136 sayfa.

Yine İş Bankası Yayınları tarafından yayımlanan ve Türkçe söyleyeni (Can Baba, çeviri yapmaz, Türkçe söyler.) Can Yücel olan kitap ise, 116 sayfa.

Alfa Kitap’ın bastığı ve Emine Ayhan tarafından çevrilip hazırlanan Fırtına ise 296 sayfa. Yalnızca bu veriden bile yola çıkarak, Shakespeare ile ilgilenenlerin gözden kaçırmaması gereken baskı, Alfa Kitap tarafından yapılan baskı oluyor.

Yukarıda yaptığım kaba bilgilendirmeye ek olarak, Emine Ayhan’ın konuk olduğu ve Shakespeare üzerine derinlikli bilgiler verdiği iki programı da buradan önerebilirim:

İlk Program, Medyascope TV bünyesinde hazırlanan Kültür Tarih Sohbetleri’nin 145. Bölümü. Pis Okurun Notları’nı takip edenler, Kültür Tarih Sohbetleri’nden ara ara bahsettiğimi hatırlayacaklardır. Yeri gelmişken, meraklıların bu programı atlamamaları gerektiğini bir kez daha hatırlatayım.

 

İkinci program ise, Onur Orhan’ın hazırladığı ve yine meraklıların es geçmemesi gerektiğini düşündüğüm, Yaratıcılık Sohbetleri’nin 8. Bölümü:

 

123.) Alışveriş Sepeti

Yukarıda, Stein’ın Picasso isimli kitabından bahsederken, “Ama bu kitabın benim için önemi, Stein’ın yazmış olduğu ve benim atlamış olduğum Alice B. Toklas’ın Özyaşamöyküsü isimli kitabı keşfetmemi sağlamış olması.” cümlesini sarf etmiştim.

Gertrude Stein’ın penceresinden yirminci yüzyılın başlarındaki Paris’i, dönemin sanat çevresini ve etkilerini günümüze kadar koruyabilmiş yüzlerce sanatçı hakkındaki ilk elden yapılmış yorumları okuyabilmek adına, Alice B. Toklas’ın Özyaşamöyküsü’nü sepete ekledim.

Alice B. Toklas’ın Özyaşamöyküsü’nü benim için farklı kılan bir diğer detay da Gertrude Stein’ın, kitabını daha önce benzerine rastlamadığım bir şekilde kaleme alması.

Alice B. Toklas, Stein’ın hayat arkadaşı ve uzun yıllarını birlikte geçirdiği bir insan. Stein, yaşam öyküsünü kendi ağzından kaleme almak yerine, yazdığı kitabı Alice B. Toklas’ın anlatımı ile bizlere sunmuş ve kitabın adını da “özyaşamöyküsü” olarak belirlemiş. Bu sayede, kendini tüm bu sürecin anlatıcısı olarak değil, anlatılanı olarak sunmayı tercih etmiş. Bu tercih bile başlı başına ilgi uyandırıcı.

Adı bugünlerde, terörist polemiği ile ya da “Merhaba poğaçacı” geyiği ile anılıyor olsa da Orhan Pamuk’un ciddiyetle okunması gerektiğini düşünenlerdenim.

Korkarım, Orhan Pamuk’tan bir daha Kara Kitap, Yeni Hayat ya da Benim Adım Kırmızı çapında romanlar okuyamayacağız. Bununla birlikte, Kırmızı Saçlı Kadın’dan ya da Kafamda Bir Tuhaflık’tan daha iyi romanların geleceğini umuyorum. En azından, Pamuk’un elinden çıkmış ve Masumiyet Müzesi’nin edebi yetkinliğinin etrafında dolaşan bir roman okusam bana yetecek.

Ben bu beklentim ile bekleyedurayım, YKY, Orhan Pamuk külliyatını tamamlayan derlemeleri biz okurlarla buluşturmaya devam ediyor. Bu çerçevede, Aralık 2019’da, Erkan Irmak’ın hazırladığı, Benim Adım Kırmızı Üzerine Yazılar yayımlandı. Yayınevinin söylediğine göre, kitapta yirmi üç farklı isimden Benim Adım Kırmızı romanıyla ilgili yazılar derlenmiş ve bu yazılara bir de Orhan Pamuk söyleşisi eklenmiş.

Henüz okumamış olanlar, Benim Adım Kırmızı’yı; okuyup da fazlasını bilmek isteyenler ise Benim Adım Kırmızı Üzerine Yazılar’ı edinebilirler.

 

 

 

 

 

 

 

Yazan Onur Uludoğan

1978 yılının sıcak bir yaz gününde dalga seslerinin duyulabildiği bir hastanede dünyaya geldiği rivayet olunur.

Bir türlü ehliyet sınavını geçemediği için korsan taksi şoförlüğü, değişen telif yasaları sayesinde korsan CD satıcılığı, Allah vergisi sesi nedeniyle pavyon şarkıcılığı, pasifist düşünce yapısını bahane ederek bar fedailiği, pimpirikli kişiliği yüzünden de torbacılık gibi alanlardaki kariyer fırsatlarını yeterince değerlendiremedi.

İki yıl okurum diyerek başladığı üniversite yaşamını on üç yıl sonra bitirebilmesi belki de kayda değer tek başarısıdır.

onuruludogan@gmail.com

2 Yorum

Cevap Yazın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

2020 Yılında Merakla Beklenen 20 Film

6174: Matematikçileri 70 Yıldır Büyüleyen Esrarengiz Sayı