in , , ,

Pis Okurun Notları (105 – 113)

105.) (Bir) İtiraf

Ekim 1996’da James Joyce’un kült romanı Ulysses, Nevzat Erkmen’in çevirisi ile YKY tarafından yayımlandığında konuyla ilgilenen çevrelerde epeyce ses getirmişti.

O dönem; Joyce çevirilerinin, Joyce vakfı ve yazarın mirasçıları tarafından sıkı bir denetimden geçtiği, büyük yazara halel getirecek bir çevirinin yapılmasının imkânsız olduğu, Erkmen’in yıllar boyu evine kapanarak bu çeviriyi yaptığı, Enis Batur yönetimindeki YKY’nin de Erkmen’i finanse ettikleri konuşuluyordu.

5000 adet yapılan bu ilk baskı, yeşil bir kapağa sahipti ve bir ay içinde tükenmişti. Tecrübesiz, hevesli ve ukala bir okur olarak kitabı edinip, “Her gün elli sayfa okusam, en fazla yirmi günde biter bu kitap,” dediğimi hatırlıyorum.

Enis Batur’un kitaba yazdığı Ön-Söz ve Arka-Söz’ü, Nevzat Erkmen’in yazdığı Çevirenin Sözü’nü bir solukta bitirip,

“Sarman Babaç BuckMulligan, Üzerine bir aynayla bir ustura haçvari konulmuş tıraş sabunu köpüğü dolu tasıyla merdiven başında belirdi.” (s. 31) cümlesini okuduğumda aradan geçecek yıllar içinde bu cümleye onlarca defa daha döneceğimi bilmiyordum.

Hevesli ve ukala okur, sayfaları çevirdikçe günlük hedefini önce yirmi sayfaya sonra on, sonra da beş sayfaya düşürdü ama Ulysses’i asla bitiremedi.

Nevzat Erkmen, Ulysses’i çevirdikten sonra da çalışmaya ara vermedi. Kitabın sonraki baskıları için irili ufaklı düzeltmeler yapmaya devam etti ve sonraki sekiz yılını UlyssesSözlüğü’nü yazmaya ayırdı.

Şubat 2006’da, 500 sayfadan fazla olan,Ulysses Sözlüğü yayımlandığında, “Bu sefer tamam,” dedim. “Demek ki sözlük olmadığı için ben bu kitabı bitiremiyorum.” Gittim sözlüğü de aldım. Yine olmadı.

Uzun süren üniversite yaşamımın çeşitli dönemlerinde farklı farklı insanlarla Ulysses’i bitirme toplantıları yapmaya karar verdiğimizi de hatırlıyorum. Her toplantı, kısa ya da biraz daha kısa bir süre sonra, içimizdeki lümpenin uyanmasıyla sekteye uğramış, batak oynadığımız ya da dizi izlediğimiz buluşmalara evrilmişti.

Aradan geçen zamanda Armağan Ekici’nin çevirisi ile bir Ulysses daha yayımlandı. Üstüne de biri Fuat Sevimay’ın diğeri de Umur Çelikyay’ın çevirileri olmak üzere iki Finnegans Wake çevirisi de raflardaki yerini aldı. Hevesi kursağında kalmış (hadi itirafı derinleştireyim, biraz da ağzının payını almış) bir okur olarak bu kitaplardan da uzak durdum.

Sözün kısası, 2019 yılına geldiğimde elimde ilk baskıları olduğu için koleksiyon değeri olduğunu tahmin ettiğim bir Ulysses, bir de Ulysses Sözlüğü ile yaşamaya devam ediyordum.

Ediyordum. Derken, Eylül 2019’da, Fuat Sevimay’ın, çevirdiği bir Ulysses’in daha raflardaki yerini aldığını gördüm. Sonrasında da 17 Ekim 2019 tarihli Cumhuriyet Kitap Eki’ndeki,  “Vallahi zor değil, çok keyifli” başlıklı yazısını okudum.

James Joyce, Paris, 1926; fotoğraf Berenice Abbott

Yazı, “Çok büyük yazar ama okunması zor. . . Hiçbir şeyden çekmedi canım James Joyce şu musallat cümleden çektiği kadar. Oysa Ulysses için bambaşka şeyler hayal etmişti. Romanını arabacının oğlu okusun, gişeciyle üzerinde konuşsunlar, mümkün olduğunca tartışılsın istiyordu. Peki, sonra ne oldu da edebiyat tarihinin en büyük yazarlarından birinin kitapları, hemen her sıkı okurun kitaplığında mutlaka bulunan ama oldukları yerde durup tozlanan nesnelere dönüştü? Sahi, neden böyle? Joyce külliyatının neredeyse tamamını çevirmiş birisi sıfatıyla ve bilebildiğim kadarıyla cevap vereyim: Çünkü Joyce, kendilerinden başkasına pek hayrı olmayan elitistlerin, bohemlerin eline düştü.” cümleleri ile başlıyor ve Sevimay, Ulysses’i okumanın sandığımız kadar zor olmadığını uzun uzun anlatıyordu.

Sanıyorum, Kafka Yayınevi tarafından yayımlanan Sevimay çevirisi ile Ulysses okuma serüvenime yeniden başlayacağım.

106.) Machado de Assis, Mezarımdan Yazıyorum, Çeviren: Ertuğ Altınay, Jaguar Kitap, Roman

Tam adı, Joaquim Maria Machado de Assis olan ve 1839’da Brezilya’nın ikinci büyük kenti olan Rio de Janeiro’da dünyaya gelmiş olan yazar, bugün Brezilya Edebiyatı içinde klasikleşmiş kabul edilen birçok kitaba imza atmıştır.

Assis’in, bedenini kemiren ilk kurtçuğa ithaf ettiği Mezarımdan Yazıyorum ise Brezilya Edebiyatının kurucu metinlerinden kabul edilir. Kitap, 1881 tarihlidir. Romanda, ölmüş bir karakterin anlatımıyla, onun yaşam öyküsünü okuruz. Bu fikir, aradan geçen onca yıla rağmen hâlâ ilginç bir fikir olarak kabul edilebilir. Kitabın bir diğer öncü tarafı ise okurla sohbet eder bir tarzda, okunanın kitap formatında basılı bir eser olduğunun bilincinde olan bir anlatıcıya sahip olmasıdır. Bu detay, aradan geçen yüz yıldan fazla bir zaman sonra postmodern anlatı teorileri sayesinde tanımlanacaktır.

Yazarın, kara mizah olarak sınıflayabileceğimiz üslup yapısı da döneminin önündedir.

Bu unsurları bir kenara koyduğumuzda, rahat okunan, klasik anlatıya sahip edebiyat eserlerinde olmasını beklediğimiz gibi kronolojik bir yapıda ilerleyen; bir, bilemediniz iki oturuşta okuyabileceğiniz, bambaşka coğrafyadan ve bilmediğimiz bir dönemden bize seslenen bir kitapla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz.

107.) Burhan Sönmez, İstanbul İstanbul, İletişim Yayınları, Roman

Burhan Sönmez’in ilk romanı Kuzey 2009, ikinci romanı Masumlar 2011, üçüncü romanı İstanbul İstanbul 2015, dördüncü romanı Labirent ise 2018’de yayımlanır.

Sönmez, Bir Dersim Hikâyesi, Bana Adını Söyle ve Gezi adlarıyla yayımlanan öykü derlemelerine de katkı sunar.

Burhan Sönmez’i 2016’da William Blake’in Cennet ile Cehennemin Evliliği isimli kitabının çevirmeni olarak görürüz.

İstanbul İstanbul’da Burhan Sönmez, farklı bir romana imza atmış. Adına bakan okurlar, bir İstanbul güzellemesi okuyacaklarını sanırlarsa yanılırlar.

Romanın tamamı yerin üç kat altındaki bir hücrede geçer. Hücrede tutulan dört mahkûm,  Öğrenci Demirtay, Doktor, Berber Kamo ve Küheylan Dayı, sırayla söz alırlar ve bir yandan hücrede yaşananları anlatırken diğer yandan da kendi geçmişlerini, hayallerini ve o an uydurdukları hikâyeleri anlatırlar.

Karşı hücrede tek başına kalan tutuklu kadın Zine Sevda ise söz almaz. Onun yapıp ettiklerini romanın anlatıcılarının ağzından öğreniriz. Bu kısımlar, kitabın adındaki ilk İstanbul’u oluşturur. Yerin üç kat altında, acı dolu, karanlık, soğuk. Roman kahramanlarının ağzından ise kitabın adındaki ikinci İstanbul’u okuruz. Bu İstanbul, zaman zaman somut gerçekliğe uygun anlatılır, zaman zaman da anlatıcıların hayalleri ile zenginleşerek idealize edilir.

İstanbul İstanbul, hiç kuşku yok ki politik bir roman. Bir yanıyla geçmişle hesaplaşıyor, diğer yanıyla da bugünün alegorisini yapıyor. Bunları yaparken işkenceyi tüm detaylarıyla anlatma basitliğine düşmüyor. Polis şiddetini, birkaç kısım dışında hiç okumamamıza rağmen kitap boyunca iliklerimize kadar hissediyoruz.

İstanbul İstanbul, biçim ve içerik olarak Decameron ve Binbir Gece Masalları’na açık göndermeler barındırır. Bu göndermeleri barındıran hikâyeciklerde çok başarılı bir tansiyon ayarlaması yapılır. Bu ayarlama sayesinde Burhan Sönmez, okurun içini karartacak, okurken gerecek, rahatsız edecek romanı; bir yandan tüm bu saydıklarımı yaparken diğer yandan da okurda buruk bir gülümseme uyandıracak şekilde yazmış. Bu bile başlı başına gerçekleştirilmesi zor bir iş.

Roman, Hallac-ı Mansur’dan bir alıntı ile biter. Bu alıntı, tüm okuma sürecini tamamlayan ve kitabın açtığı parantezin kapanmasını da sağlayan çok doğru bir tercih olarak yerini alır.

108.) Matthias Göritz, Hayalperestler ve Günahkârlar, Yitik Ülke Yayınları, Roman

Hayalperestler ve Günahkârlar, okurken ve bitirdikten sonra beni ikilemde bırakan kitaplardan. Roman teorisi ve edebiyat kriterlerimin penceresinden baktığımda kuşku götürmeyecek biçimde zayıf bir romanla karşı karşıyayız. Bununla birlikte, yazarın roman aracılığı ile aktardığı düşünceleri özelinde baktığımda ise okunması gereken bir kitapla karşı karşıya kalıyoruz.

Hayalperestler ve Günahkârlar’da mesleğinde pek de yeterli olmayan bir gazetecinin, sinema sektöründe önemli yeri olan Erlenberg isimli yaşlı bir yapımcı ile yaptığı röportajlar serisini okuruz. Araya ise basit birkaç olay eklenir.

Göritz, hiç kuşku yok ki sinema üzerinde epeyce kafa yormuş ve bu düşüncelerini kaleme almak istemiş. Düşüncelerini deneme ya da bir inceleme olarak yazsa roman boyunca adlarını açıkça yazdığı oyuncu, yönetmen ve yapımcıların gazabından korkmuş olabilir ya da roman olarak kaleme aldığında daha çok okura ulaşacağını varsaymış olabilir.

Erlenberg, genç gazeteci ile röportajlarına devam ederken bir yandan sağlık sorunlarıyla boğuşmaktadır, diğer yandan “Gleiwitz” adını verdiği ve belki de hayatının projesi olacak büyük filmini çekmek için çalışmaktadır. Sektörde yer aldığı için Cannes’da, Venedik’te film festivallerine katılmakta ve sektörün tam kalbinden bilgiler vermektedir.

Bir sinema seyircisi olarak Hayalperestler ve Günahkârlar’dan büyük zevk aldığımı söyleyebilirim. Benim de zaman zaman üzerinde düşündüğüm, “Sinemanın geleceği ne olacak, sektörün içinde işler acaba nasıl yürüyor, şirketlerin; yönetmenler üzerindeki etkileri neler, festivallerin arka planında işler nasıl yürüyor, filmler nasıl pazarlanıyor, izlediğimiz filmleri özgür irademizle mi seçiyoruz yoksa büyük bir manipülasyonun içinde miyiz?” gibi soruları başkalarının da düşündüğünü görmek güzeldi. Erlenberg’in ağzından verilen çoğu cevap da son derece tatmin ediciydi.

Bir okur olarak ise aradığımı bulamadığımı yukarıda yazmıştım.

Hayalperestler ve Günahkârlar’ın, roman kurgusu içinde, doruk noktasını oluşturan Erlenberg’in, Gleiwitz projesinin çıkmaza girdiği anda sergilediği “onemanshow” olarak bizlere aktarılan bölümü dışında, birbirine sıkıca bağlanamamış düğümlerle dolu bir roman olduğunu söyleyebilirim.

109.)Colin Wilson, Yabancı, Çevirmen: Cihan Barış Özkan, Notos Kitap, İnceleme

Colin Wilson ve onu efsane mertebesine yükselten ilk kitabı Yabancı hakkında öz ve güzel bir açıklamayı kitaba sunuş yazan GaryLachman yapmış:

(Colin Wilson) “On altı yaşında okulu terk etmiş, intihar etmeye karar verip son anda vazgeçmiş, bir yığın işe girip çıkarak çeşitli tecrübelerin girdabına kapılmış, ardından hakkında yazdığı Yabancılar gibi “daha dolu yaşama” peşine düşerek bu sıkıcı rutinden kurtulmaya azmetmişti. Çiftliklerde ırgatlık, hastanelerde hademelik, kafelerde garsonluk, çeşitli işlerde memurluk ve amelelik yapıyor, hiçbir yerde uzun uzun kalmıyor, sıkıldığı anda yoluna devam ediyordu. Kraliyet Hava Kuvvetleri’nde dahi bulunmuş, İngiltere ve Fransa’yı otostopla iki kere dolaşmış, evlenmiş, baba olmuş, boşanmış ve cidden doğru olan bir efsaneye göre, HampsteadHeath Parkı’nda evsiz barksız yatıp kalkarken gündüzleri Britanya Müzesi’nin okuma odasında yazmaya başlamıştı. Wilson sahiden azimliydi ve ani şöhretinin tohumlarını bir buçuk sene önce, buz gibi bir Noel Günü’nde Güney Londra’daki odasında yalnız başına, aç biilaç vaziyette soğuktan donarken Yabancı’nın ilk taslağını çıkardığında atmıştı.” (S. 10 – 11)

Albert Camus’nün en bilinen kitabının orijinal ismi, “L’ Etranger” İngilizceye “TheOutsider” olarak çevrilmiş. Kitabın Türkçe adı ise Yabancı.

Wilson, bu kitabında, edebiyat eserlerindeki outsider (yabancı) karakterlerden başlayarak, yabancı kavramının içine oturan sanatçılara kadar geniş bir yelpazede kalem oynatmış.

Kitabın tanıtım bülteninde geçen şu cümleler, Wilson’ın ne yapmaya çalıştığını güzel açıklıyor:

“Sartre ve Camus’den Nietzsche ve Van Gogh’a, Dostoyevski ve Hesse’denBlake ve Gürciyev’e uzanan bir çizgide düşünceyle yaşamın, yaratıcılıkla yalnızlığın trajik çelişkisini Batı’nın hem çöküş hem de çıkış simgesi olan “Yabancı”larla sorguluyor.” 

Yabancı, donanımlı okura seslenen bir kitap. Yukarıda adını andığım sanatçıların en azından hayata ve sanata bakışları hakkında fikir sahibi olmadan okunduğunda kitabın içine yeterince nüfuz edemeyebiliriz. Yabancı, bununla birlikte akademik dilin kuru anlatımından oldukça uzak. Wilson’ın akademisyen olmadığına yukarıda değinmiştim. Bu durum, ortalama okurun kitabın içine girmesini kolaylaştırıyor.

Wilson, kitabında “yabancı” kavramını enine boyuna incelerken diğer yandan da sağlam bir edebiyat / sanat eleştirisinin de sınırlarına giriyor. Hesse, Dostoyevski, Sartre, Camus gibi yazarların günümüzde de çok okunan kitaplarıyla ilgili derinlikli çözümlemeler yapıyor.

Tüm bunları bir arada düşündüğümüzde, 437 sayfalık Yabancı’yı, donanımlı okurlar ister doğrusal bir biçimde baştan sona, ister ilgisini çeken sanatçılara ayrılmış bölümlere odaklanarak okuyabilir. Bir diğer açıdan da Yabancı, referans kitap olarak kitaplığın görünür bir yerinde tutulması gereken bir yapıt.

110.)TimothySnyder, Tiranlık Üzerine, Yirminci Yüzyıldan Yirmi Ders, Çeviren: Zeynep Enez, Olvido Kitap, Siyaset

Yıllar sonra geçmişe dönüp bakıldığında içinde bulunduğumuz döneme dair çözümlemeler yapıldığı vakit, görece olarak oturmuş sistemlere sahip ve demokrasi geleneğinin hamisi olduğu varsayılan batı ülkelerindeki popülist liderlerin birer birer işbaşına gelmeleri, kendine geniş bir yer bulacaktır diye tahmin ediyorum.

Mülteci korkusu, geleneksel medyaya göre günden güne daha etkin bir hale gelen sosyal medyadan yapılan propagandalar ve insanların sınırsız tüketime duydukları açlığın geçmişe oranla korkunç boyutlarda kışkırtılması, otoriter eğilimlere sahip popülist liderlerin seçilmelerini kolaylaştıran unsurlar olarak sayılabilir.

Yale Üniversitesinde tarih profesörü olan Timothy Snyder, ABD’de işbaşına gelen Trump’ın yapabileceklerinden korkarak Tiranlık Üzerine isimli kitabını kaleme almış. Kitabın alt başlığı, Yirminci Yüzyıldan Yirmi Ders.

Ders çıkarılan alan yirminci yüzyıl olarak belirlendiğinde kitabın öznesi, ister istemez, bu dönemde işbaşına gelen ve tarihin en kanlı yıllarının yaşanmasına neden olan faşizm deneyimleri oluyor.

Snyder, duyarlı ancak olan biteni nasıl yorumlayacağını bilmeyen, eğitimli ancak teorik zemini eksik okurları hedef alarak yazmış. Önerilerini yirmi başlık altında toplamış ve bu başlıklar altında, Almanya, İtalya ve kısmen SSCB’de yaşanan deneyimlerden somut örnekler vermiş. Her bir madde ortalama dört, beş sayfa uzunluğunda ve deyim yerindeyse hap bilgiler içeriyor. Kitabın başta ABD olmak üzere yayımlandığı hemen her yerde çoksatar olmasının temel nedenlerinden birisi hiç kuşkusuz günlük yaşam içinde koştururken elimizin altında tutup kısa süre içinde bitirebileceğimiz bir hacme sahip olması. (Kitabın toplamı, 107 sayfa)

Snyder, bir tarihçi olarak içinde bulunduğumuz dönemi daha iyi analiz edebilmek için geçmişte yaşanan deneyimlere bakmanın önemini vurguluyor. Kanımca bu bakış açısı doğru. Yine de Tiranlık Üzerine’yi okuyup, yirmi maddelik bir liste çıkarıp kenara çekilmek yeterli olmayacaktır. Kitabın sunduğu bakış açısı ve bilgiler ancak bir başlangıç olarak düşünülebilir. Bu perspektife sahip olduktan sonra daha derinlemesine tarih ve sosyoloji okumaları yapmalı ve umutsuzluğa kapılmadan, sorgulayan bireyler olmaya çalışmalıyız.

111.)E. M. Cioran, Umutsuzluğun Doruklarında, Çeviren: Orçun Türkay, Jaguar Kitap, Deneme

Cioran; bir dönem, dönüp dönüp okuduğum yazarlardandı. Özellikle Çürümenin Kitabı’nın birkaç farklı baskısının, sağa sola taşınmaktan, altını çizdiğim cümlelerin eşe dosta okunmaktan kaynaklıelimde parçalanmışlığı var.

Sonra kimi yazarlarla ve kitaplarla olduğu gibi Cioran ile de arama belli bir mesafe girdi.

Umutsuzluğun Doruklarında’nın yayımlandığını öğrendiğimde çok uzun zamandır Cioran okumadığımı düşündüm ve kitabı sabırsızlıkla edindim.

Umutsuzluğun Doruklarında, Cioran’ın erken dönem eserlerinden. Kitabı 23 yaşında yazmış ancak kitap, toy bir yazarın elinden çıkmış gibi durmayan bir yapıt. Cioran’ın çok bilinen diğer yapıtlarının arasına koyabileceğimiz ve onların yanında ezilmeyen hatta diğer kitaplarının anahtarı olarak düşünebileceğimiz bir eser.

Umutsuzluğun Doruklarında’da; ölüm, delilik, saçmalık, yalnızlık, varolmanın anlamsızlığı, acı, üzüntü, çözümsüzlük gibi kavramlar üzerinde duran kısa metinler yer alıyor.

Yirmili yaşlarımda okusaydım beni derinden etkileyeceğine emin olduğum bu kitabı, yukarıda yazdığım kavramlar ve daha fazlası üzerinde düşünmek ve “karamsarlığın doruklarında” bir okuma deneyimi yaşamak isteyen hemen herkese tavsiye edebilirim.

112.)Pis Okurun Notları’nın bu maddesinde, Julian Rosefeldt’in 2015 tarihli Manifesto isimli filmi hakkında yazmaya başlarken, sonda söyleyeceğimi başta söylemek sanıyorum en doğrusu olacak: Manifesto’yu izlerken, çok farklı alanlarda yazılmış elliden fazla metni okuyup içselleştirmediyseniz, “fular yetmezliği” nedeniyle bu filmden sıkılma ihtimaliniz çok yüksek.

Bununla birlikte, Komünist Manifesto, Fütürizm Manifestosu, Dada Manifestosu, Sürrealizm Manifestosu, Sitüasyonist Manifestolar, Pop Art hakkında yazılanlar ve Dogma 95’in kurallar listesini hızlıca bir gözden geçirirseniz filmden alacağınız zevk önemli oranda artacaktır.

Bu kadar metni okuyamam ama CateBlanchett’e taparım, ne oynasa izlerim diyorsanız, bu film size göre de olabilir. CateBlanchett, yaklaşık 90 dakika boyunca, canlandırdığı 13 karakter ile adeta kendini aşıyor ve meraklısına, inanılmaz bir seyir zevki ve oyunculuk dersi veriyor.

Filmi izlemeden önce biraz okuma yapmak isteyenler, Komünist Manifesto’yu; Can, İletişim veya Yordam Yayınları’ndan okuyabilirler. Bunun yanında, Ali Artun’un derlediği ve İletişim Yayınları tarafından basılan, “Sanat Manifestoları / Avangard Sanat ve Direniş” isimli kitaba bakabilirler.

Dogma 95 için ise, şu yazı oldukça kapsamlı ve doyurucu: https://www.filmloverss.com/dogme-95-yaraticiligin-sinirlarini-zorlamak/

Filmin Künyesi:

Manifesto (2015)

Yönetmen: JulianRosefeldt

Senaryo: JulianRosefeldt

Ülke: Almanya

Süre: 95’

113.)Alışveriş Sepeti:

Yukarıdaki ilgili maddeyi okuyanlar, Fuat Sevimay’ın Ulysses çevirisinin sepete çoktan eklenmiş olduğunu bileceklerdir.

Sepete, Jaguar Yayınlarının ilgiyle takip ettiğim, Prospero serisi sayesinde tanıştığım ErnstJunger’ın, ilk baskısı 1996 yılında Can Yayınları tarafından yapılan ve uzun zamandır bulunamayan kitabı Mermer Yalıyar’ı da merakla ekliyorum.

Junger ile tanışmamı sağlayan kitap olan Cam Arılar, bilimkurgu sınırlarında dolaşan ve insanı, karanlık bir bakışla masaya yatıran ilgi çekici bir kitaptı.

Mermer Yalıyar, Almanya’da 1939’da yayımlanmış. 1945 yılından sonra ise, yayımından kısa süre sonra Dünya’yı etkisi altına alacak savaş ortamına karşı yapılan ilk uyarılardan birisi olarak kabul edilmiş.

Mermer Yalıyar, Eylül 2019’da Ersel Kayaoğlu’nun çevirisi ile Kırmızı Kedi tarafından yayımlandı.

Yazan Onur Uludoğan

1978 yılının sıcak bir yaz gününde dalga seslerinin duyulabildiği bir hastanede dünyaya geldiği rivayet olunur.

Bir türlü ehliyet sınavını geçemediği için korsan taksi şoförlüğü, değişen telif yasaları sayesinde korsan CD satıcılığı, Allah vergisi sesi nedeniyle pavyon şarkıcılığı, pasifist düşünce yapısını bahane ederek bar fedailiği, pimpirikli kişiliği yüzünden de torbacılık gibi alanlardaki kariyer fırsatlarını yeterince değerlendiremedi.

İki yıl okurum diyerek başladığı üniversite yaşamını on üç yıl sonra bitirebilmesi belki de kayda değer tek başarısıdır.

onuruludogan@gmail.com

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Rüzgar Kralı, “Aynen” “Bu Arada” “Vertigo” Benistanda Ne Bu Tantana

Doğallığa Son Çağrı