in

Penceresiz Perdeler

‘‘Toplumun düzenini reddetmek de kabul etmek de aynı şekilde abestir: Onun iyi veya kötü yönde değişimlerine, ümitsiz bir tutuculukla maruz kalmaya mecburuz; tıpkı doğuma, aşka, iklime ve ölüme maruz kaldığımız gibi. Hayat yasalarının başında çürüme gelir’’(E.M.Cioran)

***

Gece boyunca yağan yağmurun cama bıraktığı tırnak izlerini, güneş üflemeye başladığı sırada uyanmış olmalıyım. Çalışırken masa üzerinde uyuya kalmalarıma bir yenisini daha eklemiş olarak, hızlıca gardırop önüne koştum.

On dakika içinde hazırlanıp, aşağıya indim. Kaldırımın önünde beni bekleyen; yeşil rengi tozdan griye dönüşmüş, Safiye’nin kapısını açtım. Emniyet kemerini taktığım sırada göz ucuyla çantanın açık ağızına baktım. Çeviriler boyunlarını uzatmış, bana bakıyorlardı.

Dikiz aynasını kontrol ederken, kapakları düşmüş gözlerime denk geldim. Gözaltı morluklarıma dokundum; çantamın ön gözüne uzandım. Avucumun içerisine kapatıcıdan birkaç damla döktüm. Parmak ucu tekmelerimle morlukları kapattım. Salaş halimi, biraz daha silkelemek istediğimden; kırmızı rujumu sürdüm. Artık yorgunluk giderici dış faktörleri tamamlamıştım.

Ya iç yorgunluğum?

Kapanmış olmayacak ki; şakaklarım zonklamaya başlamıştı. Çantanın iç gözünden migren ilacını ve suyu çıkartıp; sırayla boğazımdan kaymalarını bekledim. Uykusuzluğum; yorgunluğumun sırtını tekrar sıvazlamadan, gitmem gerekiyordu.

Yola çıkmak için yolun müsaitliğini beklerken; bir anda aklım artçı depremi gibi sağlandı. Kalbime bir iki kiriş düşmüş olacak ki, gözyaşlarım öksürmeye başladı. Beş dakika bekledikten sonra yola çıksam iyi olacaktı. Ensemi arkaya atıp beklemeye başladım. Gözlerim usulca siyah perdelerini indirmeye başladı. Ne kadar böyle kaldım? Bilmiyorum. Atağımı uğurladıktan sonra;  zihnimin çürük kokuları esmeye başlamadan yola koyuldum.

Kampüsün yokuş merdivenlerini geçtikten sonra koşar adımlarla yukarı çıktım. Fakültenin, 412 numaralı odasının kapısına; üç tak tak bıraktıktan sonra ‘’gel’’ sesiyle içeriye girdim. Nadiren ışıklı olan bu odanın, ışıksız haliyle bulanıklaştırdığı nesneleri, tanımlamaya çalışırken; odanın köşesinden gelen sesle irkildim.

‘‘Merhaba Handan kusura bakma, bugün uzun sohbet edemeyeceğim. Malum migren ışıkla daha çok iştahlanıyor. Çeviri ödevleri bırakmak için geldiysen, masa üzerindeki kare kutunun içine bırakıver’’.

Koltuk üzerinde kıvrılmış ince bedene baktım. İçimde dalgalanan hüzün dalgasıyla; çantamdaki migren ilacımı aramaya başladım. Bulduğumda istemsizce ışığa dokunan parmaklarım, Tufan hocanın şaşkın bakışlarıyla; aklıma çoktan pişmanlık cimcikleri atmaya başlamıştı. Nereden toplasam bilemeden; kusura bakmayınları sıraladığım sırada masaya doğru yürümeye başlamıştı. Karşıma dikilen, iki çift bulanık gözlerin altındaki orantısız ince dudaklar; her zamanki gibi kalın sözlerine hazırlanıyordu.

‘Çekmece ağzına kadar elindeki ilaç ve türevleriyle dolu; akademide öğrenci olmak da, hoca olmak da zordur. Bunu biliyorsun zaten; ilaçlarla dolu saatler, ışıksız günler, açılmayan perdeler, yakınlaşan uzak insanlar, uzaklaşan yakın insanlar gibi devam eden listenin içinde; yer bulursun kendine ve bir zaman sonra normal hayatının bunlar olduğu inanırsın. Daha da kötüsü nedir bilir misin? Maskeler; kendi maskeni bile karnaval süsleri ile işlersin. O kadar güzel müzik çalıyordur ki, onunla dans etmekten maske altındaki bıraktığın yüzünü bile unutursun’’.

Şüphesiz kurtulmak istenilen bazı şeylerin; sürekli ortaya çıkma gibi bir özelliği vardı. Yorgunluk kaynaklı düşünmeyi ertelediğim tüm konuşmalar; bu konuşmayla, aklımın kulağını tekrar çekmeye başlamıştı.  Daha fazla dayanamayıp; İçimde devam eden monoloğun sesini açtım. ‘’Hocam ben de isterim; rengarenk sardunyalar arasındaki masada oturup, zamansız çay içmeyi ama yapılması gerekenler var’’.  Karşımdaki bulanık bakışlar; bir süre bakışlarımda gezdikten sonra, devamı gelen konuşmayla masaya sabitlendi. Bu seferki sözleri biraz daha kalındı.

‘’Geldiğim yollar için tabii ki gurur duyuyorum. Ama o yolların çamurlarına battığımda; ayakkabılarımı orada bırakmadığım zamanlar için kendime çok kızıyorum. O zamanlardaki çıplak adım keşiflerimi kaçırmamış olsam, bugün bu penceresiz perdelere muhtaç olmazdım diye hayıflanıyorum’’.

Söyleyecek bir şey ararken; bahçemizdeki asma çardağı altındaki ahşap masayı anımsadım. İç suskunluğumun zamanı gelmeden; hoca bana doğru bir kitap uzattı. Kaybettiğim Didem Madak kitabımdı, uyuklarken üzerine döktüğüm kahvenin izlerini sildikten sonra; dizelerine zarar gelmesin diye sayfa aralarına sardunya koyduğum AH’LAR AĞACI kitabımdı. Haftalar önce diğer ödevleri getirdiğim sırada; dalgınlıkla demek burada bırakmışım.

‘’ Kitabın içinde isminin yazdığı; bir şiir müsveddesi vardı.  Oradan anladım kitabın sana ait olduğunu; altını çizdiğin dize; son zamanlarda kabuk tutan keşkelerimi kaşıdı durdu. Son bir dipnot da benden; amaçlı yollar hep güzeldir. Ama kıymetli olan bu yolların molalarıdır. Bunu asla unutma’’.

Fakültenin merdivenlerini; gelişimin aksine ağır ağır indim. Günlerdir devam eden yaz yağmuru güneşin ardına saklanmış gibiydi. Altını çizdiğim dizeyi fısıldadım. ‘’Sıkılıyoruz hepimiz bu çamurlu giysinin içinde’’.

Safiye’yi bir benzinlikte yeşil rengine kavuşturduktan sonra; eve daha hızlı geldim. Duşun ardından; uykumun idam edildiği masanın dağınıklığını topladım. Perdeleri açtım. İki gün sonra yanlarına uzanacağım sardunyaları hayal edip. Müsveddelerimi sesli temize geçirmeye başladım.

***

Perdeleri açıyorum, pencereler yok.

Gün ışığına duvar örtmüş; çürümelerim

İzmarit lekeli renkler boyamış; Ah’larım

Perdeleri açıyorum, gökyüzü var.

Kuşların sesine dokunuyor;

Kerpiç düşünceli beyaz duygularım.

Perdeleri açıyorum, sardunyalar var.

Salkım salkım gökyüzüne uzanan…

2 Yorum

Cevap Yazın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Pis Okurun Notları (139 – 147)

Üzgün Yaşlı Adam ve Sylvia’nın Bohemi