in

Orwell, 1984, Panopticon, Foucault ve Baudrillard

Bu çalışmada, George Orwell’in komünizm ve faşizm eleştiri temelinde distopik bir kurgu olarak kaleme aldığı 1984 kitabının kısa bir özetinden sonra, Jeremy Bentham’ın “panopticon” mimarisi ve M. Foucault’un bu mimari yapıyı toplumsal bağlamda nasıl yeniden kavramsallaştırdığı kısaca açıklanacak, Foucault’un bu kavramsallaştırmasının 1984’teki izleri tartışılacaktır. Ayrıca Jean Baudrillard’ın simülasyon kavramının 1984 ile örtüştüğü noktaları ve Partinin söylemsel manipülasyonlarından bahsedilecek ve en sonunda da öz değerlendirmeye yer verilecektir.

1984

Orwell “1984” adlı kitabında totaliter bir distopya üzerinde durmuştur. Bu distopya sosyalizm karşıtı olarak suçlanmış fakat Orwell şu şekilde cevap vermiştir: “Yeni romanımda [Bin Dokuz Yüz Seksen Dört] sosyalizme ya da İngiliz İşçi Partisi’ne bir saldırı kastetmedim, ama komünizm ve faşizmde kısmen gerçekleşmiş bozukluklara değindim.” Romanda dili törpülenen, duygusallığın ve düşünselliğin yok edildiği, her türlü muhalif düşüncenin insani düşüncenin yok sayıldığı, mantığı çürüten bir toplumun, Okyanusya halkının, hikayesidir.

Okyanusya’nın tek bir lideri vardır ve lideri Big Brother’dır. Big Brother her yerdedir ve nereye gidersiniz gidin “Büyük Birader’in gözleri paranın üstünden bile sizi izliyordu. Paraların, pulların, kitap kapaklarının, bayrakların, posterlerin, sigara paketlerinin, her yerden… hep sizi izleyen o gözler ve sizi sarıp kuşatan o ses… uykuda ya da uyanık, çalışırken ya da yemek yerken, içeride ya da dışarıda, banyoda ya da yatakta… kaçış yoktu. Kafatasınızın içindeki birkaç santimetreküp dışında hiçbir şey sizin değildi.”

“Geçmişi denetleyen geleceği de denetler” sloganıyla yola çıkan Parti bu yüzden geçmişi kontrol altında tutarak ve sürekli güncelleyerek ilerlemektedir. Okyanusya tarihinde Partiden öncesine yer yoktur ve insanlar giderek geçmişi unutmuş ve bireyler partiyle varolduklarına inandırılmıştır. Her yenilik her süreç Partiyle birlikte gelmiş gibi gösterilmektedir ve Partinin tarih kitapları da buna göre yazılmıştır. Okyanusya Devleti’nin amacı 2050 yılına kadar Yenisöylem’i tamamlamak ve eski dile dair her şeyi silmektir. Peki, neden? Çünkü dilden sakıncalı bütün kavramları çıkardığınızda insanların bu kavramlar üzerine düşünememesi sağlanmış olacaktır. Örneğin Yenisöylem’de “isyan” sözcüğü olmayacaktır, onu doğrudan veya dolaylı karşılayan hiçbir sözcük olmayacaktır, Yenisöylem’de böyle bir kavram hiç var olmayacaktır. Dolayısıyla Yenisöylem’den başka bir dil bilmeyen Okyanusya vatandaşları da böyle bir kavramı hiç düşünemeyecekler ve uygulamaya geçiremeyeceklerdir. Mantık oldukça basit: Dili kontrol edersen düşünceyi kontrol edersin ve düşünceyi kontrol edersen toplumu kontrol edersin. Ve toplum ne kadar az düşünürse o kadar iyi. Bunun için de dil ne kadar törpülenirse o kadar iyi.

Romanda düşüncesuçu yer almaktadır. Ve düşüncesuçu işleyenler buharlaştırılarak yok edilmekte hatta ve hatta yeryüzünde hiç var olmamış gibi ortadan kaybolmaktadır. Romandaki ana karakter tüm yönetim aygıtlarının dört bakanlığa ayrıldığı Gerçek Bakanlığında çalışmaktaydı ve işi gereği geçmişteki söylemleri düzeltmekti.

Sloganın devamıyla Orwell yeni bir kavram ortaya atmaktadır: “üstelik geçmiş, doğası gereği değiştirilebilir olmasına karşın, hiçbir zaman değiştirilmemişti. Şimdi gerçek olan sonsuza kadar gerçekti. Çok basitti. Tek gereken, kendi belleğinize karşı gelmeyen zaferler kazanmanızdı. ‘Gerçeklik Denetimi’ diyorlardı buna: Yenisöylem’de ise ‘çiftdüşün’. Çiftdüşün sözcüğü “Yenisöylem”e ait bir sözcüktü. Yenisöylem, Okyanusya’nın resmi diliydi ve eski dildeki tüm gereksiz sözcüklerin atılmasıyla oluşturulmuştu. Sadece gereksiz olan sözcükler değil, tehlikeli sözcükler de “özgürlük gibi” dilden atılmıştı. Ana karakter bile çiftdüşünü şöyle anlatıyordu: “Bilinçli bir şekilde bilinci yok etmek, sonra, yeniden bu bilinçli hareketi unutmak. Çiftdüşün sözcüğünü anlamak bile, çiftdüşünü kullanmayı gerektiriyordu.”

Romanda değinilecek diğer nokta ve bence en önemlisi bireylerin sürekli olarak gözetlenmesiydi. İktidarın, her yerde ve her zaman gözetlenen bireyin suça mahal vermeyen tedbirleri bulunmaktaydı. Tele-ekranlar, mikrofonlar, evde, sokakta, işyerlerinde kısacası her yerde denetleyen, kısıtlayan, gözetleyen ve hatta komutlar veren makinalar bulunmaktaydı. Bireyler her zaman hareketlerine, yüz mimiklerine, söylediklerine dikkat etmek zorundaydılar, özdenetime sahip olmaları gerekmekteydi. Hatta İki Dakika Nefret sırasında bu daha çok öne çıkıyordu. “Hiç kuşkusuz, her seferinde herkesle birlikte söylenirdi; söylememek söz konusu değildi. Duygularımı gizlemek aklından geçenlerin yüzüne yansımasını önlemek, herkes ne yapıyorsa onu yapmak, içgüdüsel bir tepkiydi.” Yani ana karakterin demek istediği ve kitapta anlatılmak istenen iktidarın her zaman ve her yerde bir otorite oluşturularak insanları dayatma sonucu bireylerin de süreç içerisinde bu otoriteyi içselleştirmesi, meşru kılmasıdır.

Buradan hareketle ve yazımda da en çok yer alacak olan Jeremy Bentham’ın hapishane tasarısı olan “panopticon” kavramına ve Foucault’un Jeremy’nin kavramsalından topluma mal edişine geçmek istiyorum.

Jeremy Bentham ve “Panopticon”

İlk olarak biraz Panopticon kavramının tanımlanmasından bahsedelim. Daha sonra 1984 ile bağı hakkında tartışalım.

Panopticon, Jeremy Bentham’ın tasarladığı ve hiçbir zaman gerçek hayata geçirilememiş olan bir hapishane projesidir. Tasarımın konsepti gözetlemeye izin verir. Şöyle ki; bütünü(pan-) gözlemlemek(-opticon) anlamına gelen bu tasarım birkaç katlık tek odalı hücrelerden oluşan bir halka üzerine kuruluydu. Her hücre bu halkanın iç kısmına açıktı ve halkanın dış cephesindeki duvarda birer pencere vardı. Halkanın ortasında suçlulardan tamamen saklanmış konumdaki gözlemcilerin kaldığı bir nöbet kulesi yer almaktaydı. Fakat suçlular gözlemcilerin gerçekten var olup olmadıklarını bilemiyorlardı.  Bentham’ın yaklaşımına göre, gözlemlenen her yanlış davranışının ceza getireceğini bilen, ama davranışlarının aslında ne zaman gözlemlendiğini bilmeyen suçlunun, aklını başına toplayarak her zaman izleniyormuşçasına davranmaktan başka seçeneği yoktu. Böylece suçlu bizzat kendi hareketlerini kollamak durumunda kalacaktı. Ve giderek suçlu durumu içselleştirerek artık tamamen farklı şekillenmeye başlamaktadır.

Jeremy Bentham “panopticon” kavramıyla mimariden faydalanmıştır ve asıl anlatmak istediği insanları şekillendirmedir. Bireylerin benliklerine bir kuleden sızmıştır Bentham.  Ve romanımızla bağdaştıracak olursak tele-ekranlar, mikrofonlar ve çeşitli mekanik aletlerin her zaman ve her yerde sizi gözlediğini görmekteyiz. Hatta daha ötesinde komutlar verebildiğini ve ister istemez bir suç işlememek için sürekli bireyler kendilerini kontrol etmek zorundadırlar. Parti o kadar ileriye gitmiştir ne şekilde hangi durumda olursan ol beynindeki birkaç santimetre kadar yerden başka her yerdedirler. Big Brother ve Parti sloganları da her daim toplumun gözetlendiğini göstermektedir. “BÜYÜK BİRADER’İN GÖZÜ ÜSTÜNDE” gibi sloganlarla ve afişlerle gözetleme sürekli desteklenmiştir.

Panopticon’u romandan ayıran belki de tek fark gözetlendiğini bireylerin bilmesidir. Kitapta tele-ekrandan verilen komutlarla her daim izlenildiğini net bir şekilde bilebilirken, Panopticon da gözetlendiğinden ya da gözetlenmediğinden haberin yoktur. Çünkü karşında ne ses, ne görüntü ne madde vs. somut bir veri yoktur.

Michael Foucault ve Hapishanenin Doğuşu

Foucault Jeremy’den aldığı “panopticon” kavramını kullanarak modern güçleri daha doğrusu iktidarı ve topluma indirgemesini konu ederek genişletmiştir. Foucault’nun “panopticon” düşüncesi bir şey, kurum ve ya kişi tarafından gözetlenmek anlamına gelmektedir. Gücün, algıyı şekillendiren bir işlevi olduğu düşüncesiyle bireylerin modern anlamda iktidar ile şekillendirildiğini belirtmektedir. Michael Focault bu kavramı ‘Hapishanenin Doğuşu’ adlı kitabında ele almıştır ve iktidarın modern çağda bir kontrol mekanizması yaratarak bireyler üzerinde oto-kontrol sağlanmaya çalışıldığını anlatmaktadır. O’na göre “panopticon” bir nevi görünmez bir iktidardır.

Foucault, iktidarı kastederken sadece devlet olarak kabul etmez. Hatta bunu bir sözüyle destekleyebiliriz: “İktidar her yerdedir, aynı zamanda hiçbir yerdedir.”. Foucault der ki, iktidar sadece devlet değildir, toplum bile hatta daha mikro düzeye indirgersek birey bile iktidardır. Türkiye’de çok fazla adını duyduğumuz “mahalle baskısı” buna bir örnek sayılabilir. Komşular, aile hatta evinin içini görmeseler bile birinin bireyle ilgili söylemleri, mimikleri bireyi baskı altına almakta ve birey giderek ister istemez o otoriteyi meşrulaştırarak oto-kontrol mekanizması üretmekte ve giderek içselleştirmektedir. 1984’te de bu açıkça görülmektedir. Ana karakterimiz Winston iktidar ile ilgili tüm gerçeklere sahip olsa da İki Dakikalık Nefret sırasında ister istemez o coşkuya, nefrete kapılmaktadır. Fakat bu bir nevi farkettiklerini gizlemek istemesidir, giderek de istemsizce coşkulara katılmaktadır.

Jean Baudrillard ve Simülasyon Kuramı

Jean Baudrillard Simülasyonu “Gerçeğe ait tüm göstergeleri ele geçirmiş ve gerçeğin yerine geçmiş sahte” olarak niteler. Simülasyon gerçek’in bir benzeri olmadığı gibi gerçek’miş gibi yapan bir hali de değildir. Simülasyon nasıl ve ne zaman olduğu bilinmeyen bir şekilde sinsice gerçek’i yok edip yerine geçmiş olan onun bir hipergerçeğidir. Miş’ gibi yapmak, bir şeyin gerçekte olduğu şey olmadığını anlatmaktır. Bunun için de miş’ gibi olanı gerçek’e bakarak ayırdedebilme şansına sahibizdir. Oysa simülasyon hakiki ile sahte, gerçek ile imge arasındaki farkı ortadan kaldırmıştır. Miş’ gibi olanı gerçeğe karşı test etmemiz ya da hangisinin gerçek hangisinin simülasyon olduğunu bilmemiz mümkün değildir. Bir simülasyonla karşı karşıya olduğumuzda böyle bir araçtan yoksun durumdayız demektir. Çünkü artık ortada iki ayrı şey, hakiki ve sahte yoktur. Karşımızda tek bir şey vardır: O da sahte bir gerçeklik olan Simülasyon’dur. Tüm karşıtlarından arındırılmış simülasyon evreninde olup bitenleri anlamak, anlatabilmek için olağanüstü bir dil sorunsalıyla karşı karşıya kalıyoruz.

Baudrillard’ın simülasyon kuramını 1984’te Parti’in uygulamış olduğu politikayı gösterebiliriz. İlk olarak Parti’nin “SAVAŞ BARIŞTIR”, “ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR”, “CAHİLLİK GÜÇTÜR” olan sloganları topluma aslında dikte edilmeye çalışılan bir manipüle örneği ve toplumun simülatif topluma gidişatı gösterilebilir. Bu politika bireylerin giderek gerçeği görememesini sağlamaktadır. Hatta Baudrillardı’ın dediği gibi gerçek ile sahteyi ayırt edememekte, sahte olan bir gerçekliği kabul etmektedir. toplum artık simülatif bir toplum olmuştur. Kitaptan bir başka örnek gösterecek olursak Yenisöylem sözlüğünün yaratılması gösterilebilir. Yeni söylemle bireylerin düşünceleri manipüle edilerek gerçek ile sahte ayırt edemeyecek duruma getirilir. Sözcük dağarcığının daraltılması, olabildiğince az sözcükle ifadeler kullanılması simülatif topluma evrimleşmenin göstergeleridir. Sloganlarda ki karşıtlıklarla sözcüğün gerçek anlamı yitirilerek anlamlar manipüle edilerek bireylerin gerçeği görmesi engellenir ve sözlük bunun pekiştireci olmaktadır.

Söylemsel manipülasyonu çok iyi kullanmaktadır Parti. Gerek afişler ve reklamlarla olsun ayrıca çocuklara casusluk okulunda temelden  manipülasyon yapılarak Parti kendi istekleri doğrultusunda bir stratejiyle yetiştirmektedir. Söylemsel manipülasyon; insanların düşündükleri gibi davranmamaları ve konuşmamaları bunun yerine yapay hareketler ve tavırlar oluşturarak birbirlerini etki altına almaya çalışmalarıdır. Parti halkına bu tesirle gözaltına almaktadır ve bireyleri de tek tek bir silah haline getirerek her bireye manipüle hakkı vermektedir.

Sonuç

Sonuç olarak Orwell’ın 1984 distopyası ‘sosyalizm eleştirisi’ olarak görülse de aslında hem kapitalizme hem komünizme dokunan bir kitaptır. Efendisi olmayan bu kitap çözümsüz bitmiştir. Ve okuyucunun günümüzde beklediğinden farklı bir şekilde sonuçlanması hayal kırıklığı yaratmaktadır. He ne kadar çözümsüz ve karamsar bitmiş olsa da devamında elbette  insanlar bir gün başkaldırmayı öğreneceklerdir ve günümüzde de örneklerine rastlanılan olaylar son bulacaktır diye umuyorum; “Proleterler ve hayvanlar özgürdür” ibaresinin kullanılamayacağına inanıyorum. Zafer direnenlerindir..

2 Yorum

Cevap Yazın
  1. Merhaba,
    Bu yazı çok güzel, Foucault ve Baudrillard’ın 1984’te buluşması mucize gibi bir anlatımdı benim için. Panopticon kavramına dayandırılan Foucault Hapishane kitabını okumamıştım. Dolayısı ile kavramla yeni karşılaşıyorum. Ancak örneğin trafikte EDS (elektronik denetleme sistemi) sağ emniyet şeridinden giden araçların sürekli gözetlendiğini hissetmeleri için oluşturulmuş ve sadece bazı bölgelerde kamerası olan bir sistem olmasına karşın 2000’lerdeki emniyet şeridi ihlalini durdurmadaki başarısı ile başka ortamlarda uygulandığında (günde bir kaç kez tapınmaya çağırılma gibi) sürekli insana bir kendini denetleme, iktidarın çizdiği sınırlar içerisinde normalleşme ve otokontrol getirebilecek korkunç bir yöntem.
    Yazınızdan çok etkilendim. Teşekkür ederim.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

‘Şişman’ Foulke: 153 Kiloluk Efsane Sheffield United Kalecisi

Akira Kurosawa’dan Genç Yönetmenlere Tavsiyeler