in

Oğlum Geri Gelecek Mi?

Biz, yanık benizli, kara kuru eşimle birlikte, bu düzayak, iki göz evde yaşıyoruz. Kimi zaman tavanların basık ve pencerelerin küçük olması canımı sıksa da bir Köroğlu bir Ayvaz yuvarlanıp gidiyoruz.

Köyden ilçeye göçeli yıllar oldu. Bir zeytinyağı fabrikasına bekçi olarak gireyim de sigorta primimi tamamlayayım demiştim. Keşke buraya gelmeseydik, köyden hiç ayrılmasaydık. O acı olay, acaba o zaman yaşanmaz mıydı, her şey ters yüz olmaz mıydı?

Bilmiyorum, fakat tek bir gerçek var ki o kara günden beri elimden ayağımdan can kesildi, kendimi bıraktım, yaşama hevesimi yitirdim. Emeklilik, para pul, mal mülk, hiç birinin gözümde metelik kadar değeri yok…

Ben 1950 doğumluyum, bu yaşıma gelinceye kadar, neler gördüm geçirdim, yaşamın içinde çok kavga verdim ama bu hepsinden berbat oldu.

Bazan benden dört yaş küçük eşime yükleniyorum, yemeğin tuzunu bahane ediyorum, ilaçlarımı vaktinde vermedin diye hiddetleniyorum. Hepsinin yegâne sebebi o adı geçen hadise…

Her ne hâl ise… Kendi hezeyanlarımdan bahsedip sizin keyfinizi de kaçırmayayım. Bu devirde, insanlar dert dinlemek istemiyor, başkasının acısına burun kıvırarak bakıyorlar.

Kimileyin plastik sandalyemi alıp iyice ağırlaşan bedenimi evin önüne çıkıyorum. Öylesine gelenlere, geçenlere, tabakhaneye bilmem ne yetiştiren araçlara ve egzozları sökülmüş cırtlak motorlara bakıyorum.

Dalıp gidiyorum, hüzünleniyorum, öfkeleniyorum ve nereden geldiğini bilmediğim bir hisle birilerine sövüp sayıyorum. Kimi zaman başka bir insan oluyorum ve tüm bu yaşananların rüyadan ibaret olduğunu, hayatımın normal seyrinde aktığını sanıyorum.

Bir müddet sonra, yakın zamanda, yanı başımıza dikilen site apartmanlarının gölgeleriyle yüz yüze gelip ağır gerçeği bir daha kavrıyorum.

Birkaç ay önce, bir genç adam ile tanıştık, sanırım bir devlet dairesinde kamu görevlisi olarak çalışıyor. Arabasıyla gelip geçerken bana gülümsemeye, baş selamı vermeye başladı. Sonra da birkaç defa benimle konuştu. Ona kanım kaynadı, tıpkı oğluma benzettim onu.

Şimdi arada onu görmek, onunla havadan sudan konuşmak hoşuma gidiyor. Kendisi birkaç gün uğramayınca, arabası evin önünden geçmeyince tasalanıyorum. Öyle ya, yüreği yaralı insan, büyütüyor, muhayyilesinde her şeyi mesele yapıyor.

Bu genç, geçenlerde memleketine gitti, vardım diye, bana telefon etmekte biraz gecikince kafamda neler kurdum. Kayınçoları bu çocuğu dövmüş olmasın, aracı yolda kaza yapmasın, ansızın tayini çıkmasın diye bir zaman hayıflandım.

Bana telefonda iyi olduğunu bildirince ferahlayıverdim, başımın ağrısı geçti, fırlayan tansiyonum yerine geldi.

Ben, on yıldır hastane hastane gezdim, geçenlerde de beynimden ameliyat oldum, şaşılacak şey başımı ortadan yarmalarına rağmen, birden ayağa kalktım, bu duruma doktorum bile şaşırdı.

Gerçi şimdiden sonra sağlıklı olsam ne olacak? Bu mahrumiyetle dolu alçak evin içinde, yavaş yavaş yaklaşan ölümü bekliyoruz işte.

Aslında ben bundan yıllar önce ölmüştüm, sadece bedenim dünyada kaldı. Çünkü benim çam yarması gibi biricik oğlumu hayattan kopardılar. Kırk yaşındaydı oğlum, ertesi gün gelip beni üniversite hastanesine götürecekti.

Sabah erkenden, bekçi olarak çalıştığım fabrikanın önünde ben onu telaşla beklerken oğlumun pusuya düşürüldüğü haberi yüreğime bir ok gibi saplandı. Ah evlat acısı pek zormuş, çökmüş kalmışım, gözümü hastanede, hemşirelerin koşuşturmaları arasında açtım.

Yıllardır süren bir arazi davamız vardı, oradan bize hasım olanlar, oğlumu subaşına çağırmışlar ve vaziyet alıp yavrumu gafil avlamışlar. Oysa dört çocuğumun içinde en dirayetli ve uyanık olanı oydu. Subaşına nasıl gider, açık bir hedef haline nasıl gelir, bir türlü aklım almıyor.

Oğlum öldürüldükten sonra gelinimiz de bizi bıraktı anası evine taşındı. Torunlarım sanki olanların sorumlusu benmişim gibi beni ziyaret etmez oldular, hatta temelli selamı sabahı kestiler.

Bu kuzine sobanın başında, bütün bu hesap soran, yaralayan, hırpalayan anılarla, dal gibi yavrumun hayaliyle ve geçenlerde tahliye olan oğlumun katiliyle hesaplaşarak günlerimi geçiriyordum.

Sabahların olmak bilmediği o uzun gecelerde, gece kuşlarının seslerini ve sokak köpeklerinin ulumalarını dinleyerek yatağın içinde dönüp duruyordum. Şişi bir türlü inmeyen ayaklarım beni taşısa, evladımın katilini dilim dilim doğramanın hayalini de kuruyordum.

Bu sabah bir haber getirdiler, ilkin ne olduğunu anlayamadım. Sonra bir daha kulak verdim, oğlumu vuran, tüm bunların müsebbibi, korana denen illetten yakasını kurtaramamış. Hanım şükürle secdeye kapandı. Ama ben kasılıp kaldım, oğlumun katilinin gebermesine sevinemedim.

Sorarım, benim yiğidim geri gelecek mi? Ha söyleyin, boyaları yer yer dökülmüş, mavi demir kapımızı ansızın çalacak mı? Yüzünde mutlu bir gülümsemeyle, karısının ilk hamileliğini, bir oğlunun olacağını, ismini de benim adımı vereceğini bize muştulayacak mı?

Hayır, inatla Allah’tan geri istediğim, kokusu burnumda tüten yavrum asla geri gelmeyecek…

Ben de birkaç ay önce tanıştığımız, evin önünden bana uğramadan geçmeyen o genci evladımın yerine koydum.

Onu gördüğümde, dünyanın keşmekeşinden habersiz bir çocuk gibi seviniyorum.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Laleli Şelale

Nerde Kalmıştık