in , , ,

Neoliberal Çalışma Düzeninde Bireyin Konumu

Bu yazıda, neoliberal çağın çalışma düzenini,iş yaşantılarını ve ekonomik ilişkileriyle beraberinde “çağdaş” bireyin bu düzen karşısında konumlandığı noktaları psikolojik düzlemde incelemeyi,sorgulamayı ve tartışma konusu haline getirmeyi amaçlıyorum.

Neoliberalizmin hakim düzen olması ve küreselleşmeyle birlikte günümüzün yenilikçi kariyer yaklaşımları incelendiğinde, geleneksel kariyer yaklaşımları ve çalışma biçimlere nazaran olağanüstü değişikliklerin olduğu göze çarpıyor. Geleneksel kariyer yaklaşımlarında dikey hareketlilik söz konusudur. İş yerlerine ve üstlere normatif bir bağlılık vardır. Bu bağlılığın ardındaki itici güç maddiyattan öteye geçer; fakat kariyer planlama olanağı sağlamaz ve esneklikten de yoksundur. Bireyin birey olarak kendini tanıması, gerçekleştirmesi mümkün görünmemektedir. Öte yandan yenilikçi kariyer yaklaşımları ve değişen iş düzeni kendini bir demet gizli fakat iddialı sloganlar altında sunar. “Kendi fırsatını kendin yarat”, “Kendini tanı, kariyerini planla”, “Başarmak senin elinde” ,“Kendini geliştir”, “Sürekli öğren, daha fazla öğren,daha fazla geliş“. Yeni düzen aynı zamanda iş yaşamıyla,kariyerle ilgili daha da fazla olanak sunuyor gibi görünmektedir. Esnek çalışma saatleri! Kariyerini planla ve terfi al! Şirket ile birlikte sen de büyü! Geleneksel iş ve kariyer yaklaşımıyla karşılaştırıldığında daha fazla esneklik ve olanak sağladığı gözlemlenebilen yeni iş düzeninin ekonomik ve politik boyutu psikolojik bir düzlemde tartışmaya açıldığında gölgede bırakılmaya eğilimli olguların göze çarptığı belli olmaktadır.

İncelemeye daha erken dönem kapitalizmi ve çalışma koşullarından başlarsak bunun konuya bir dayanak sunabileceğini düşünüyorum. Bunu inceleme konusu haline getirirken Jack London’un toplumcu gerçekçi eserlerinden faydalanılmasının o dönem koşullarını anlayabilmek adına eşsiz yardımcılar olabileceğini düşünüyorum. Özellikle Jack London’un “Doğu yakası” kitabı bu konuya iyi bir ayna tutabilir. Kitapta, bir yanda lüks içinde yaşayan patronları, bir yandan ise sadece yaşayabilmek için saatlerce çalışan, yarı aç gezen, sefil halde doğu yakası insanlarının halleri anlatılıyor.Kitabı yazabilmek için ise Jack London kılık değiştirip fakir mahallelere gidip, yoksul insanların arasına karışıyor, onlardan biriymiş gibi yaşıyor ve gözlemlerini kitaplaştırıyor. Kitapta üst tabakanın daha iyi bir hayat yaşama ve zenginlik hırsları adına doğu yakası insanlarının emeklerinin son raddelerine kadar sömürdüğünü, bunun yasalarla desteklendiğini ve karşılık olarak bu insanların en azından hayatlarını idame ettirebilecek bir yaşam standardına bile ulaşamadıklarını görüyoruz.
Daha erken dönem kapitalizmi, maden işçilerini, demir yolu işçilerini ve diğer işçilerini çalışma yaşamında aktif olan bireyler olarak değil, direkt olarak emeği sömürülecek güç ve emek kaynakları olarak görüyordu. Günümüz neoliberal düzenine dönüldüğünde erken dönemlere göre çok daha iyi koşullarda olduğumuz, sosyal haklarımız olduğu, birey olarak dikkate alındığımız ve bizi biz yapan özelliklerimizin ayırıcı nitelikte olduğu varsayılmaktadır.

Varsayılarımızın kısmen doğruluğu olsa da, çoğumuzun bir kısmını fark edebileceğimiz çeşitli yanılsamalar içerisindeyiz. Üstelik bu yanılsamalar erken dönem kapitalizminde bile yoktu. Çünkü zaten her şey ortada ve açıktı. Sömüren, sömürülen, iyi hayat standardında ve kötü hayat standardında bulunanlar arasında çizgi açık ve netti. Günümüzde ise bir yandan sömürü öznesi durumunu koruyan işçiye, beyaz yakalıya, her türlü bireycilik ve özel olma fantezilerinin pompalanması, içinde bulunduğu konumun farkında olamamasına sebep olmaktadır.
Açık ve net olan bir başka durum ise erken dönem kapitalizminde işçinin emeği ve kas gücü sömürü alanının ilgisini çeken yegane konular olmasıyken günümüzde durum daha komplike bir hale gelmiştir. Artık çalışanın sadece emeğinin sömürülmesiyle yetinilmemektedir. Çalışanın her türlü yeteneği, yeteneksizliği,kişilik ve mizaç özelliklerinden kaynaklanan tutum ve davranışları, enerjisi, düşünceleri, yaratıcılığı, duyguları sömürülecek ve “şirket için faydalanılabilecek” birer kaynak haline dönüşmüştür. Buna örnek olarak A tipi kişilik ve bu kişilik tipinin iş yerindeki durumuyla ilgili yapılan bir sürü araştırma verilebilir. Hemen ilk göze çarpan A tipi kişilik yapısı ve iş yerindeki stres tutumu, A tipi kişilik ve iş yerinde zaman yönetimi konulu araştırmalardır, A tipi kişilik iş yerinde işleri nasıl yönetiyor? İş yerinde yerine getirmesi gereken görevleri zamanında yerine getiriyor mu? İş arkadaşlarına karşı davranış ve tutumları nasıl? Bu gibi sorular ve çalışma düzeninin bu kişilik tipi karşısında soruların cevaplarına göre konum alması eğilimini güçlendirmektedir. Bunun da geleneksel kariyer yaklaşımlarına nazaran yeni kariyer yaklaşımlarında bulunan esneklik, deneyime dayalılık gibi özelliklerin adı altında var olduğunu gözlemleyebiliriz. Şirketin aradığı nitelikleri barındırmayan veya şirket içinde çalışırken zaman içinde yetenekleri aşınmaya uğrayan bireylerin artık ekonomik birer kazanç kaynağı olamayacağı sebebiyle esnek kariyer yaklaşımları adı altında bir çırpıda silinmesi, geleneksel yaklaşımda bulunan işveren-işçi normatif bağlılığını göz ardı etmesidir.

Tekrar şirketler için faydalanılabilecek kaynaklar konusuna dönersek, A tipi kişilik örneğinin de ötesinde kimi kişilik tiplerinin, kimi patolojilerin varlığının veya yokluğunun, kimi mizaç özelliklerinin, tutumsal özelliklerin araştırmalarla belirlenerek,hangilerinin iş yeri verimliliğini arttırabilecek ve kullanışlı özellikler, hangilerinin iş yaşamı için kullanışsız ve verimliliği düşüren özellikler olduğu belirlenir. İş yerleri için faydalı özellikler yüceltilirken, diğerleri küçümseme eğilimine gidilir.
Carl Gustav Jung’un da belirttiği gibi kişiliğin gelişiminde ve hangi kişilik tipinin onaylanacağı konusunda kültür ve toplum etkilidir ve bunlar tarihsel dönemlerde değişim gösterebilir.Bir dönemde duygulara önem verilirken bir dönemde düşüncelere önem verilebilir. Fakat antropologların da çalışmaları incelendiğinde tarihin hiçbir döneminde belirli kişilik ve mizaç tipinin onaylanıp,kabul edildiği ve beraberinde zıttının bu denli onaylanmayışı, bu anlayışın da bu derece evrenselleşip kabul gördüğü görülmemektedir. Bunun faturasını da görülen o ki çağdaş toplumda kendini yeterince “dışa dönük” “yaratıcı” “atılgan” “esnek” olarak algılayamayan kimselerin beraberinde kendini suçlayarak, değersizleştirerek ödemesi şeklinde olduğudur.

Bir başka boyut ise günümüzün politik doğru anlayışının ekonomideki yansımasıdır. Günümüz politik doğruculuğu siyahi insanların, kadınların, LGBTi bireylerin, batılı beyaz Hristiyan formunun dışındaki kişilerin ve diğer dezavantajlı olarak kategorize edilmeye müsait grupların var olduğunu, onların varlığına ve ayrımcılığa maruz kalma ihtimallerine karşı onlara karşı davranışlarımızda hassasiyet gözetmemiz gerektiği ve eşitlik çerçevesinde özgür toplumun bireyleri olduğumuzu vurgulamaktadır.

Dünya tarihinin gördüğü siyahilere ve diğer gruplara karşı korkunç ayrımcılık politikalarının, eziyetlerin, sömürünün yıkımların bunların ve sonuçlarının bilinmesinin farkındalığıyla birlikte günümüzde buna karşın duyarlı ve yaygın politikaların geliştirilmiş olmasını olumlu bir boyut olarak elbette ele alıyoruz. Lakin bu politikaların ve eşitlikçi tutumların ekonomiye sızış biçimi ve yansımasını farklı bir boyuttan incelememiz gerektiğini düşünüyorum. Bu düşünceyi,bir şirketin aşırı eşitlikçi politikalar sergileyerek, tüm gruplardan bireyleri işe alarak kayıtsız şartsız bir iyi niyet temsili olduğumu yoksa bu davranışın aslında ekonomik çıkarları açısından da zaten daha karlı bir hamle olduğunu fark ettiği için her gruptan insanı işe aldığı gibi bir soruyla taçlandırabiliriz. Sonuçta bir sömürüyü eşitlik maskesi adı altında sunmaktan daha karlı ve avantajlı nasıl bir durum olabilir ki?

Sonuç olarak akla beraberinde psikoloji camiasında ayakları yere oturmuş olan belli başlı sorular geliyor. İşlevsellik nedir? İşlevselliği belirleyen faktörler nelerdir? İşlevselliğin belirlenmesinde günümüz çalışma düzeninin korunması birinci temel etmen midir? Öyleyse İşlevsellik değerlendirmesi şimdi ve geleceğe uzanması idealiyle, daha insansı ve varolduğu tahayyül edilen bir özün açıklanmasına kanalize olacak biçimde yapılmak yerine daha çok kaygan, temelsiz bir zemin üzerine oturtularak çağın gereklilikleri adı altında sömürüye çanak tutacak bir biçimde mi yapılıyor?

Tartışmaya açık…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Daha Çok Tanınmayı Hak Eden “Kayıp” 10 Kadın Müzisyen

Cennete Gitti İki Gözümüzün Çiçeği