in ,

Neden Ekofeminizm?

Kapak Görseli: Ağacı bahara cesaretlendiren kadınlar

Toplum bilimci, aktivist ve Ekofeminizm kitabının eş yazarı Maria Mies’in Toprak Ana isimli makalesi

İngilizce’den çeviren: Esra Çelik

 Cinsiyet eşitliği kavramına nasıl yaklaştığımı anlatmak için şunu söyleyebilirim: Bu kavram, yaygın kullanılan haliyle, şimdiki bölümde eleştirdiğim erkek-kadın ilişkisini alt etmek için yeterli değildir. Çünkü, tarihsel açıdan ‘erkeğin doğası’ ve kadınlar üzerindeki tahakkümü fiziksel kuvvetinden değil, silahların icadından –savaşçı erkek- ileri gelir. Öyleyse, cinsiyet eşitliği ilkesince ‘kadının doğası’ da savaşçı kadın üzerine mi inşa edilmelidir?

Hindistanlılar ve dünyadaki pek çok kişi için toprağın Kutsal Anne olduğu inancı hâlâ hakimdir. Vandana Shiva’nın anlatılarına göre toprak (mati), ‘kalkınma’ ile mücadele eden Hindistanlıların halk şarkılarında ve sloganlarında yankılanır. Grandhamardhan Hareketi’ne destek veren Adivasi kadınları, polis tarafından sürüklenerek uzaklaştırılırken ‘Mati Devata – Dharam Devata – Toprak bizim tanrıçamız, dinimizdir [1] öğretisini haykırmıştır: “Hayatlarımızı feda edeceğiz, Gandhamardhan’ı değil. Niyetimiz, ihtiyacımız olan her şeyi sunan bu tepeyi korumaktır.”

‘Modern kalkınma’, ‘doğayla kurulan ekolojik ve kültürel bağın tahribi’ manasına gelir. Diğer bir deyişle, nefes alan yeryüzünün/toprağın, endüstrileşme uğruna cansız bir kaynaktan ibaret kılınmasıdır.

Toprak Ana öğretisini ve onun tezahürlerini, Hindistan’daki sayısız imgede görmek mümkündür. Günümüz Avrupasında ise doğaya ve toprağa salt bedenimiz aracılığıyla değil, ruhumuzla da bağlı olduğumuz inancı unutulmaya yüz tutmuştur. Ancak, bir dönem Toprak Ana gıdanın, yaşamın, biyolojik ve kültürel çeşitliliğin ve toplumun kaynağı olan Kutsal bir Anne olarak kabul edilmiştir: Toprak dişi ve kutludur. Bu inanış, Avrupa’nın farklı yerlerinde bulunan kilden heykelciklerde tezahür eder. Bu heykelcikler ‘Ana Tanrıça’ olarak adlandırılmış ve Hindistan’da olduğu gibi, tüm yaşam formlarını yaratan ve dirilten güç olarak kabul edilmişlerdir. Yüce Yaratıcı, çocuklarını ölümle yanına almış ve farklı yaşam formlarına dönüştürmüştür. Tek olmasına rağmen farklı isimlerle anılmış ve tasvir edilmiştir: ‘Tahılların Anası (Mother of Grain)’, ‘Hayvanların Anası (kuş, balık, sığır ve diğer hayvanlar) ve su kaynaklarına ithafla ‘Suyun Anası’.

Arkeolog Marija Gimbutas’ın keşfettiği üzere, Eski Avrupa Tanrılarının tümü dişidir. Balkanlar, Yunanistan, Girit ve Anadolu’da gerçekleştirilen kazılar ve Orta Avrupa’daki çalışmaları yardımıyla Gimbutas, Eski Avrupa’nın bir Yüce Tanrıçalar medeniyeti olduğunu gösterir. Kazılardan çıkarılan binlerce imgede yalnızca birkaç eril figüre rastlanmıştır. Gimbutas, Tanrıça Medeniyeti – Eski Avrupa Dünyası (The Civilization of Goddess – the World of Old Europe) adlı kitabında Eski Avrupa’nın, gece gündüz kıtlık ve açlık tehdidi ile mücadele eden; sanat ve ‘kültür’ yaratımına vakit ayıramayan fakir çiftçilerin, avcıların ve balıkçıların yaşadığı ilkel bir dönemden ibaret olmadığını savunur. Hatta, Eski Avrupa medeniyetini, şiddete, savaş haline, çatışmaya ve eril tahakküme bel bağlamayan, ‘doğru’ bir medeniyet olarak tanımlar.

Neolitik Dönem Avrupası ‘medeniyet öncesi’ni değil, kelimenin tam anlamıyla doğru bir medenileşme halini ifade etmektedir. Milattan önce beşinci yüzyıl ve dördüncü yüzyılın başında, Eski Avrupalıların kalabalık kasabalarında devasa tapınaklar, el yazmaları, ferah ve gösterişli evler, seramik ustaları, dokumacılar, bakır ve altın dökümcüleri ve kıymetli eşyalar üreten zanaatkarlar vardır. Cam kaya, deniz kabukları, mermer, bakır ve tuz gibi mamuller için de geniş bir ticaret ağı kurulmuştur.

Öyle ki bu, kıtlığın değil bolluğun medeniyetidir.

Eski Avrupa medeniyeti, atları, savaş arabaları ve mızraklarıyla çiftçilerin topraklarını istila eden göçebe savaşçıların yaratımı değildir.

[…] tarımın başlamasıyla birlikte çiftçi erkekler, avcı-balıkçıların aksine, toprağın bereketini daha yakından gözlemler. Böylece başka bir tanrı imgesi, tohumun ve tarlanın sembolü, Ana Tanrıça kültünden gelen Bitki Tanrıçası (the Goddess of vegetation) ortaya çıkar.

Gimbutas, Eski Avrupa Tanrıçaları ve Tanrıları adlı çalışmasında da, binlerce heykelcikten neredeyse hiçbirinin erkek olmadığından bahseder. Eski Avrupa dini, tanrıçaların dinidir. Baba Tanrı imgesi yoktur. Neolitik dönemde, erkeğin üremedeki rolü henüz bilinmemektedir. Ancak, dişi ve erkek arasında ayrım ve kutuplaşma da söz konusu değildir ve bizlere öğretildiği gibi, dişinin ‘doğası gereği’ erkekten aşağı olduğu inancı bulunmaz – ‘Her iki  ilke de eşittir’. Üstelik, Eski Avrupa medeniyetinde savaş ve çatışmadan beslenen bir toplumun izleri görülmez. Mezarlarda ve yerleşim yerlerinde gerçekleştirilen kazılarda sistematik olarak insan öldürmek amacıyla kullanılan hiçbir silaha -kılıç, mızrak, ok, yay- rastlanmamıştır. Düşman saldırısından korunmak için yüksek surlar da inşa edilmemiştir. Gimbutas’a göre Eski Avrupa medeniyeti ‘barışçıl, sakin, ana/kadın merkezli, anasoylu ve cinsiyet eşitlikçidir’.

Toprak Ana İmgesi

Avrupa’daki en eski Toprak Ana imgesi Avusturya’da bulunan Willendorf Kadını’dır. Günümüzden yaklaşık 30,000 yıl önce yapıldığı düşünülmektedir. Avrupa’daki arkeolojik çalışmalarda buna benzer figürinlere rastlanmıştır. Tüm Paleolitik dönem eserleri ve Geç Neolitik dönem eserlerinin çoğu Willendorf Kadını ile benzer özellikler taşır: bereketi simgeleyen yuvarlak ve iri memeler, geniş kalçalar ve belirgin bir Venüs tepesi (doğurgan, Kutsal Anne). Beden formu, yalnızca insanı değil bitkiyi ve hayvanı da yaratan ve dirilten gücü simgeler. Kainatın döngüsü, yaşam formlarının birbiriyle olan bağı ve hatta zamanın ve toplumun oluşumunu da bu tasvir üzerinden okumak mümkündür.

Yerleşik tarıma geçişin ardından (Neolitik dönem, milattan önce yaklaşık 10.000), Eski Avrupanın dini tarımsal döngüden beslenmiştir: ekim, büyüme, hasat ve yeniden ekim. Antik Yunan ve Roma Tanrıçaları da bu döngülerle isimlendirilir. Ceres tarım ve hasat tanrıçasıdır; Flora ağaçları çiçeklendirir ve korur; Angerona gündönümünden sorumludur; Anna Perenna insanı, bitkiyi, hayvanı yaratan ve diriltendir. Juno doğum tanrıçasıdır, Kibele – Magna Mater – ise Tanrıların, toprağın anasıdır ve ekim alanlarını korur. Üç Ana Tanrıça kültü (the Three Matronae), Almanya’nın Renanya bölgesinde uzun yıllar kutsanmıştır. Genç Kadın, Olgun Kadın ve Yaşlı Kadın figürinleri yaşamı, ölümü ve yeniden doğuşu temsil eder.

Bu medeniyet yaklaşık 4,000 yılında Rusya steplerinden gelen istilacılar tarafından acımasızca yok edilene kadar ayakta kalmıştır. Liderleri için devasa mezarlar inşa ettiklerinden, Gimbutas bu istilacılara ‘Kurgan’ halkı der: ‘Kendi halinde yaşayan çiftçiler, onları yerlerinden etmeye çalışan savaşçı Kurganlar için kolay bir avdı. Üstelik bu istilacılar hançer, mızrak, balta, ok ve yay gibi silahlar kuşanmıştı’. Kurgan istilası, Ren nehrine varana dek -Makedonya ve Yunanistan’ın güneybatısına ve hatta Mora yarımadasına kadar- Tuna’yı ve diğer nehirleri takip etmiş; Ukrayna, Bulgaristan, Romanya ve doğu Macaristan boyunca batıya yönelmiştir. Kurgan atlılarının ‘üstünlüğü’ kültürel değerlere değil, tahribin etkisini artırma kabiliyetlerine – silahlar – ve daha iyi ulaşım olanaklarına – evcilleştirilmiş atlar – dayanır. Atın üzerindeki silahlı erkek, yeni savaş makinesidir. Bereketli ve barışçıl bir amaca hizmet edemez; yalnızca saldırır, öldürür, yağmalar, fetheder ve sömürgeleştirir. Savaşçı atlıların beraberinde getirdiği ve Avrupa’ya yaydığı bu medeniyet günümüze kadar gelmiştir. ‘İcat’ edilen son uzun menzilli silahlar ise atom bombası ve insansız hava araçlarıdır. Bu silahlar ‘sayesinde’, uzaktaki ‘hedefler’ misilleme endişesi duymadan yerle bir edilir. ‘Savaşçı Erkek’ medeniyeti, Toprak Ana medeniyetine bütünüyle zıttır. Agresif, yabancı sevmez ve patriyarkal olduğu gibi, kadının ikincil konuma itilmesinden, kölelikten, sınıflardan ve kast sisteminden nemalanan sosyal hiyerarşi üzerine kuruludur. Ekonomisi yağmaya, haraca, yerli olmayan grupların ve onların topraklarının sömürüsüne dayanır. Savaşçı Erkek kendini yeryüzündeki yaşamın, bitkinin, hayvanın ve hatta çocukların yaratıcısı olarak addeder. Patriyarkal toplumların tümünde ‘baba’ yaratıcı ve insan yaşamının başlangıcı olarak kabul edilir. Soyağaçları, günümüzde dahi baba soyunu takip eder. Soyadlarımız annelerimize değil babalarımıza aittir. Böylece, annelerimiz tarihten silinir. Patriyarkal düzendeki erkeğin ikilemi tam da burada görülür: erkek çocuk istiyorlarsa kadınlara, annelere ihtiyaçları vardır. Kadınlar olmadan kısırdırlar. Savaşçı Erkek, bu ikilemi yenmek için hırsla tahrip eder. Toprak Ana’yı öldüren yeni patriyarkal medeniyet, Yıkım Eliyle Yaratım (Creation out of Destruction) ilkesine dayanır. Bu ilke, Yunan filozof Herakleitos’un ünlü sözünde de açıkça görülür: “Savaş her şeyin babası ve kralıdır, kimini tanrı, kimini insan olarak ortaya çıkarır; kimini köle ve kimini özgür kılar”. Bu patriyarkal felsefeye şunu da eklemek mümkündür: “Bazıları erkek, diğerleri de kadındır”.

Bugün hakim olan dünya görüşünü anlamak istiyorsak Herakleitos’un bu cümlesine bakmak yeterlidir: Savaş her şeyin babası ve kralıdır. Dünyayı yaratan ve dolayısıyla yöneten odur. Öldüren kimse, insanın ve diğer canlıların yaratıcısı ve kralıdır. Savaş, yaşamın başlangıcı olduğu gibi patriyarkal ve hiyerarşik bir sosyal düzenin de temelidir: köleysen hep kölesindir, tanrıysan tanrı; erkeğin tahakkümündeki kadınsan durum yine değişmeyecektir. Bu, günümüzdeki patriyarkal medeniyetin demir yasasıdır. Zira, bu medeniyetin sırrı üstün zeka ya da yaratıcılık değil, şiddettir. Savaşçı Erkek, hükmünü sürdürmek için çok daha yıkıcı silahlara ihtiyaç duyar. Baba ve Kral olduğunu göstermenin tek yolu ise Toprak Ana’yı öldürmektir.

Ancak bizler, kadınlar, Toprak Ana’nın kızları Herakleitos’a şöyle karşılık veririz: ‘Hayır, her şeyin anası doğadır’. Bu hakikat hâlâ kabul görmekte, hiç değilse yeryüzünü ve canlıları koruyan tanrıça Pachamama’nın toprakları olan Bolivya ve Ekvador gibi birçok ülkede yeniden hatırlanmaktadır.

Herakleitos’un yaşadığı dönemin ve coğrafyanın tanrıçasından bihaber olması mümkün değildir. Öyleyse, ‘Savaş Baba’nın hedefi yalnızca insan düşmanlar değil, Doğa Ananın kendisidir. Çünkü savaşlar, yeni bölgelerin, halkların ve özellikle kadınların zaptedilmesinden yanadır. Doğa Ana böylece öldürülür. Anne katilliği, patriyarkanın en etkin ‘üretim modeli’dir ve son oğlu/kültü kapitalizm olmuştur. Günümüzün kapitalist patriyarkal düzeni, zenginliğin ve modern yaşantının yegane kaynağıdır. Yol daima aynıdır: Toprak Ana’yı öldür ve parçalara ayır. Yaşayan Toprak Anamız yeni ‘şeyler’ üretmek için kullanılan ölü bir nesneye, bir hammaddeye dönüştürülür. Savaşçı-mühendisler bu parçaları bir araya getirerek yeni enerjiyle çalışan makineler üretir. Herakleitos memnundur: Savaşçı Erkek yıkım eliyle yaratırken; topyekun savaş, ilerlemenin ve yaşamın babası olagelmiştir.

Ancak, günümüzde pek çok kişi ‘Savaş Baba’nın zaferinin, tüm canlıların varoluşunu tehdit ettiğini anlamıştır. Öyleyse, mühim olan şudur: Doğayla olan bu savaşı nasıl durdurabiliriz? Modern medeniyetimizin ekolojik yıkımını nasıl durdurabiliriz? Küresel ısınmayı, nükleer kirliliği, hava kirliliğini, ormanların, türlerin, temiz suyun ve temiz havanın yok edilmesini, toprağın büyük kimya şirketlerince zehirlenmesini, biyolojik ve kültürel çeşitliliğin tahribini ve tek-türleştirilmesini nasıl durdurabiliriz? Kısaca: Para ve sermaye birikimi için Toprak Ana’yı kurban edenlere nasıl engel oluruz?

Kadınlar, anneler, bu tehlikeyi ilk fark edenler olarak şunu da merak ederler: Böyle bir dünyada çocuklarımızı nasıl bir gelecek bekliyor? Toprak Ana’nın düşmanlarına karşı mücadeleyi başlatanlar da yine onlardır. Bugün, birçok erkek ve kuruluş ekolojik teröre karşı dursa da, çoğu bunun kapitalizmin desteğiyle mümkün kılınabileceğini savunur. Alman hükümeti dahi yıkıcı enerji kaynaklarının yenilenebilir kaynaklarla değiştirilmesini öngören yasa tasarılarını kabul etmiştir. Ancak, hiçbiri karşılıksız değildir. Bir kazanan da olmayacaktır, çünkü doğaya verilen kimi zararı geri almanın hiçbir yolu yoktur. Dünya, iklim değişikliğine ve sonuçlarına tanıklık edecektir. Yeryüzündeki yaşamı kurtarmanın yegane yolu doğayla savaşmaktan vazgeçmek ve Toprak Ana’yı seven, ona saygı duyan yeni bir medeniyet inşa etmektir.

[1] İnadına Canlı, Vandana Shiva, çev. Emine Ayhan

Kaynak: Sinek Sekiz Yayınevi

 

Yazan Laputa

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Kızı Rabia Naz’ın Şüpheli Ölümünü Araştıran Baba Akıl Hastanesine Yatırılacak

Bir Kuzu Tandırcının Gözünden Veganlık