in

Mutluluk

Arabanın benzin göstergesine baktı göz ucuyla. Bisiklet ile işe gidip gelmeyi tartıyordu kafasında bir süredir. Bürosu ile bahçeli villasının arası dört kilometre kadardı. Doktor olan kocasının gözüne batmaya başlamıştı; son zamanda nedense lüks denilebilecek aracının benzin faturaları. Oysa avukatlıktan hiç fena kazanmıyordu. Tek çocukları vardı lise çağında. Kırkını aşalı epey olmuştu ikisi de. Dikiz aynasından şöyle bir göz attı kendisine. Kremler, makyaj malzemeleri ve diğer çabalarının işe yaradığını görmekten mutlu oldu. Doktor biraz çapkındı, birlikte çalıştığı o hemşireleri düşününce daha bir dikkatli baktı aynaya. Bisiklet üzerinde saçları dağılmış, makyajlı hâli düştü aynaya, bisiklet hayalini kovdu hemen. Yeniden botoks yaptırma vakti geliyordu.

Deri koltukların sıcaklığı sardı bedenini, annesinin sıcaklığı gibi. Kız kardeşi deli doluydu, her zaman sıkıntı çıkarmıştı ailesine. Madde bağımlısı biriyle birlikte olmuş, hiç çekinmeden babasıyla tanışmaya getirmişti lise son sınıfa geçtiği yaz ayı. Kalp krizi geçirtecekti adama az kalsın. Neyse ki subay babasının kalbi bunlardan daha kötülerini atlatmaya alıştırılmıştı. Annesi küçük kızını zor zapt etmiş, zamana yayarak meseleyi tereyağından kıl çeker gibi halletmişti. Annesinin kızıydı o da, yuvayı kurup korumak için ne gerekiyorsa onu yapacaktı.

Babasının gururlu bakışlarıyla kayıt olduğu hukuk fakültesini düşündü. Farklı şehirlerde büyümüş, babasının mesleği nedeniyle oradan oraya savrulmuştu. Hukuk fakültesinden fazla büyük şehir zorlamıştı onu. Ailesinden uzakta, bir başına ayakta kalmayı öğrenmesinin bir bedeli olmuştu. İlk başlarda ışıltılı dünyaya davetlerden uzak tutamamıştı kendisini. Önceleri akşamüstleri içilen soğuk biralar, bazı akşamlar arkadaşlarının evinde kalmaya evrilmiş, edebiyat fakültesinde okuyan delikanlı ile yarım yamalak bir geceden sonra annesinin kızı olduğunu hatırlamıştı. Ertesi sabah delikanlı uyurken giyinip evi bellediği yurt odasına dönmüş, o yataktan kalktığından beri bu hayatın bir sınav olduğunu hiçbir zaman aklından çıkarmamıştı. Ortalama bir not ile mezun olmuş, kariyeri parlak bir doktor ile evleninceye kadar iki yıl beklemişti.

Doktor olan kocasının yanına, bu küçük ilçeye taşınmıştı yirmi yıl önce. Dağların arasından denize akan bu şehirde kuracaktı annesinin mirasını. İlk işi bir arsa aramak olmuştu, bulur bulmaz da başlattı inşaatı. Bahçe duvarının üstüne demir parmaklık ve parmaklıkları gizleyen sarmaşıklarla sardı evini. Bahçesi turunç kokan bir dünya kurmaya başlamıştı işte. Çiçek çiçek molalar koydu ağaçların arasına. Meraklı bakışlar sarmaşıklara takılıp kalıyor, geniş bahçede ise sesler kayboluyordu. Yabani otlar ise kökünden sökülüp atılıyordu hemen. Tuğla tuğla örecekti rüyasını.

Kocası hem seviliyor hem de sayılıyordu. Yaşlı, genç, okumuş, cahil demeden herkesle sohbet ederdi. Doktorun karısı olarak bütün esnafla iyi ilişkiler kurmuştu, insanları tanıyor, duyduğu bütün yerel haberleri aklında tutuyordu. Büyük şehirden uzaklaşıp kafa dinlemeye gelen emekli bürokrat gruba özel bir önem gösterirdi. Tarihine açılan kapı gibi bakıyordu onlara. Gençliğinin şehirlerinden buraya sığınmış yoldaşlarıydı aynı zamanda. Onun gibi onlar da anlatılamayan sırlar yaşamışlardı belki de.

Şehrindeki yürüyüş grubunun katılımcısıydı. Doğa yürüyüşlerinde kendini doğal ortamında hissetmemesine rağmen, spor yapmanın öneminin farkındaydı. Kitap okuma grubunun kurucusuydu. Kitap grubunda kentin kadınlı erkekli bütün dul memurlarını ve memur emeklilerini harmanlamıştı adeta. Pek kitap okuduğu yoktu aslında. Sosyal bir aktivite olarak görürdü bu tür şeyleri. Başlıca bir kitaba inanırdı, onu da okumaya hiç gerek yoktu. Yıllardır dilden dile söyleniyordu içindekiler. Avukat olduğu dünya ile bu dünyayı yaratmıştı. Kanun esneme sanatıydı. Ahlak kesin yargı.

Siyaset olurdu bazı zamanlar gün ile gece. Herkes için mavi boncuk taşardı sözcüklerinden. Turunç kokulu bahçesinin dışında tutardı bütün kötülükleri mavi boncuklar.

Aslında dedikoduyu sevmezdi ama burada sohbet eninde sonunda bu noktaya geliyordu ve asla yaşadığı topluma aykırı hareket etmezdi. Bir kahve içimi sonrası bakılan fallar. Falda çıkan sevgilere düşman kesilmiş evli ya da dul kadınlar konuşulurdu. Bu kadınların harcadığı erkekler de tabii. Bazen kadınlara hak verilir, bazen sevgilere. Tanıdığı isimlerden oluşuyordu artık yerel haberler. Doktor ile ilgili konuşuluyordu onun olmadığı zamanlarda, doktor ve sarışın hemşire.

Sosyal etkinlikleri kaçırmak bu yerde günah gibiydi. İlgisi ne kadar az olursa olsun, etkinliklerde yer alırdı. Konser, tiyatro ya da bale, şehirlerine gelmezdi ama il merkezine gidecek bir grup yaratır, etkinliği eğlenceli hâle getirirdi. Kalabalıkta söylenenler eksik ve yarım olduğundan, eğrisini doğrusunu kimse hesaplamazdı.

Sarmaşıkların ayırdığı dünyasına çok kimse sokmamaya özen duyardı. Kol kırılır yen içinde kalırdı çocukluğunda. Çocukluğunun annesi ile babasını terk etmeyi hiç düşünmedi. Genellikle insanlar ile dışarıda görüşüyordu. İster ailece olsun, ister kadınsal dünyalar. Böylece turunç kokuları sadece kendisinin kalıyordu.

Çocuğun bakımı ile ilgilenen, temizlik ve yemek yapan yardımcısının ağzının sıkı olduğuna emindi. Ve şimdi lüks sayılabilecek arabasının deri koltuğunda oturmuş bunları düşünüyordu. Kahvaltısını bölen telefonun sesine küfretti içinden. Küfrettiği için dilini ısırdı ceza olarak. Arkadaşlarıyla ve ailesiyle ara sıra içse de, günah olduğunu bilerek içenlerdendi. Namaz kılmazdı ama inanırdı işte. Kurbanını keser, arada sırada fakir çocuklara yardım ederdi.

Cehenneminin, kahvaltısını bölen telefonuna kadar cennetindeydi. Annesinin uyuşturucu bağımlısından kurtarıp genç bir subay ile evlendirdiği kız kardeşiydi arayan. Yıllardır görüşmemişlerdi. Genç subaydan çocuk dahi yapmayı denemeden ayrılmıştı yıllar önce. İzmir’de bir Amerikalı ile tanışmış, Amerika’ya yerleşmişti. Amerikalı ile de kısa sürmüştü annesinden duyduğuna göre ama oraya yerleşmişti işte. Bazı bayram mesajlarıydı ilişkilerinin boyutu. Abla diye hitap etmesi bile ürkütmüştü onu. Dün gece karışık bir rüya gördüm ve haftaya gelmek istiyorum demişti çabuk çabuk. Eniştesini ve yeğenini tanımış olurmuş böylece. Beş yıl sonra doğurmuştu onu annesi ama aralarında bu şehirdeki yirmi yılla birlikte yirmi beş yaş var gibiydi.

Açık seçik olurdu hep kıyafetinin yakası, teklifsiz her konuya girerdi. Bir ay kalacaktı birde, koca bir ay! Turunç kokulu bahçe yetmezdi ona, sarmaşıklardan dışarı sarkardı bir ayda. Hoş, doktor ile de fazla vakit geçirmesini istemiyordu. Bir haftada bir ayın planı yapılmalıydı. Kurt ile kuzu bir arada kalmamalı, kuzu ot ile yalnız bırakılmamalıydı. Geçilecek bir dere vardı önünde. Bürosuna geçmeden önce bir kahve arkadaşı düşündü gaza basarken.

*****************

Kızından çok yaşlıydı Rüya, kızının adını vermişti ona da. Bütün yılları bir krizin esiri olmuş, elinde avucunda ne varsa alıp götürmüştü. Çocukluğu babasının emektar kamyonunda gitmişti. İlkokul bitince şehir şehir gezmişti emektar ile. Askere kadar geçen sürede yorgun babasının ellerinden alırdı direksiyonu. Askerdeyken haber aldı yorgun emektar ile babasının kazasını. Babasından kala kala hiçbir şeyin yetişmesine izin vermeyen, kimsenin yüzüne dahi bakmadığı tarlaları vardı artık. Ne babası kalmıştı ne de emektar.

O tarlaların peşinde koşmaya başladı birileri zamanla. Tarlalara deniz kumundan temeller dikiyor, apartman olunca satıyordu. Çok para kazanınca evlenmişti; bir resmi bir de imam nikâhlı. İmam nikâhlı olandandı Rüya, resmi nikâhlıya yazılmıştı anne olarak. Tarlalar apartman olunca tamamen ticarete bıraktı kendini. Her türden alım satım yazıyordu bastırdığı kartta. Uydu telefonunun yanına cep telefonu koymuştu bir ara. Sonrasını hiç anlayamamıştı işte. Ödenmeyen alacakları oldu önce, sonrasında ödenmesi gereken borçları. Bütün her şeyini satıp savmış, yine de borçlu kalmıştı. Rüya’nın annesine kalan bir parça yer ile almıştı kamyonu, tabii ki imam nikâhlı eşin adına. Çocukluğuna dönmüştü yine. Yorgun babası yoktu sadece. Emektar Rüya ve yollar şehirden şehre.

Eve az kalmıştı kalmasına da alınacak bir şey var mıydı ki? Cep telefonuna uzandı eli, evin numarasını çevirirken beyaz bir ışık parladı yolda. Kara bir gürültü aldı kulaklarını. Fren sesleri çaresizdi. Rüyanın önünde beyaz bir araç vardı. Sol ön tarafından çarpmıştı lüks sayılabilecek araca. Etraftan bir sürü yüz toplandı başına. Yalnız beyaz araçtaki yüz yoktu ortalıkta. Rüya’nın yanında çöktü dizlerinin üstüne. Rüyaları aktı asfalta gözlerinden. Beyaz bir geleceğin hayalinde yitip gitti rüyası.

*****************

“Ablan kaza geçirdi, hemen gelmelisin” dedi annesi. Telefon ekranında arayan görünmese annesinin sesini tanıyamazdı. Birkaç parça koydu hemen çantaya, uçak kabinindeki koltuğuna bırakıncaya kadar kendini, hiçbir şey hissedemedi. Yine bir bilinmeze doğru gidiyordu. Annesi telefonda sadece “Ablan kaza geçirdi” demişti. Kendisi de nedense hiç sormamıştı durumunu. Yalnızca birkaç eşya toparlayıp uçakta bulmuştu kendini. Her şey olağan akışındaydı işte. Uçak havalandıktan epey sonra iki göz gördü kendisine bakan küçücük camda. Tanıdık gelen bu gözlerin sahibini aradı gökyüzünde. Babası ve ablası aynı bakardı her zaman, bu gözler gibi. Lise son sınıfa geçtiğinde eve getirdiği o adamı bu gözler karşılamıştı. Eve geç geldiği akşamlarda kendisini de. Ablasının gölgesinde geçmiş çocukluğundandı bu gözler. Ablan gibi olmalısın dediğinde babası ya da üniversiteden tatile gelen ablasının boynuna atlamasına engel olan, savunmaya yer bırakmayan bütünlük. Ablasından önce evlenmişti annesinin tavsiyesiyle. Gencecik iki fidan, biri on beşinde bir askeri okula terkedilmiş, öteki ablasının gölgesinde esir düşmüş. Kısa sürmüştü annesinin rüyası. Küçük kızı evlenmişti ama çocuk sahibi olamadan işsiz güçsüz baba parası ile tuttuğu İzmir’deki evinde yapayalnız ve mutsuzdu. Kordon’da bir gece bir adam ile yabancı şekilde, yabancı bir bağ kurup kendisini yargılamadan mahkûm eden bu gözlerden kaçmıştı New York’a. Ne çocuk ne devam ettirilebilen ikinci bir umut ne de doğduğu yere yapılan yolculuk. New York hiçbirine izin vermemişti. Yeniden bulutlardaydı ablasının kazasına dönerken ona eşlik eden bu gözler.

O kadar bulanıktı ki olanlar, ablasının artık bir ölü olduğunun ayırdına buraya vardığının üçüncü günü varabildi. Koyu bir sessizliğin içinde yaşanıyordu büyük bir patırtı. Birileri geliyor, gidiyor, yemek yeniyor, dualar ediliyor, şehrin bütün sakinleri ölenin yaşadığı dünyayı görmeye mecburmuş gibi -bahçede sarmaşıkların arasında buldukları açık geçidi bedenleri ve sözleriyle tıka basa doldurarak kendi dünyalarına sızmasına önlem alabilirmişçesine- ölümü koyulaştırıyorlardı.

Dualı toplantılar ile tanımlanıyordu artık zaman, bir mevlit gecesi sonunda turunç kokulu bahçede oturdular; baş başa bütün geride kalanlar. Eskisinden yaşlıydı kimisi, kimisi büyümüş. Rüyadan uyanır gibi konuştu annesi, “Dönmek zorunda mısın oraya? Damadın işi başından aşkın, baban yaşlandı, ben hastalıklıyım artık ve bu çocuk ile ilgilenecek biri gerekli. Tam olarak ne yapıyorsun orada?” Soran gözler ona çevrilmişti şimdi. En çok eniştesinin gözlerindeydi soru işareti, tanımlayamadığı bir şeyin arkasında. Hiçbir şey aklına gelmedi oradan o anda. Orası ile arasında yirmi yıllık bir boşluk akmıştı, burada kaybettiklerinden. Bakışlarını yere indirdi çocukluğundan. “Bilmiyorum” dedi, şimdi mi konuşulmalı diye meydan okudu soran bakışlara. “Hayat devam edecek,” dedi baba ve sustu son sözleriyle. Bir rüzgâr yaladı bütün bedenleri, soğuk.

Biraz sonra eniştesinin ve kendisinin dışındakilerin yataklarına birer beden süzüldü. Turunç kokulu bu yerde yalnız kalmışlardı. “İstersen” diye sorarak kaldırdı gözlerini eniştesi, “bütün bu evi o kurdu” dedi. İstersen her sene bir aylığına Amerika’ya gideriz üçümüz. Oğlanın İngilizce’sine faydalı olur. Hem sen de orada kazandığın hakları kaybetmezsin. İstersen diye baktı; ölmüş karısından beş yıl geç doğmuş olsa da yirmi beş yıl daha canlı bedene. Eniştesinin gözlerindeki perdeyi araladı gözleriyle. Bir labirent buldu perdenin gerisinde. Üç girişi vardı labirentin ve üç derenin birleşip bir nehir olarak denize akması gibi birleşiyordu tercihler labirentin sonunda.

Doğrularını aradı toprağın üzerinde başını eğip. İki damla yaş biriktirdi, düşürmedi toprağa, kirletmekten kaçınıyordu sanki toprağın kokusunu. “İyi geceler” dedi, bedenini dikleştirip, “Düşüneceğim” diyerek baktı ay ışığındaki eniştesine. Sabah ışıkları ulaşmadan annesinin haykırışları yetişti uykusunda. Babasının adıydı çığlıkları annesinin. Ablasının yanına yatırdılar babasını. Düşünecek zaman kalmamıştı uykuların arasında.

Bundan tam bir hafta sonra doktorun yemekte ne sevdiğini öğrenmişti. Yardımcı kızın ismini de. O gece uykusunun arasında yatağına sessizce geldi eniştesi. İki dere birleşti. Ablasının yarım kalmış rüyasına sızdı küçük kız kardeşi.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Piyanisti Vurun

Sevgilim Galiba Ayak Feministi Nasıl Anlarım?