Mülksüzler
“ikircikli bir ütopya”
Her ne kadar uzak bir gelecekte geçse de içindeki sistemlerin bir kısmı bildiğimiz tanıdığımız sistemlerdir. Ancak bununla birlikte yepyeni bir düzen de bu sistemlerle iç içedir. Le Guin aynı anda iki farklı sistemi birbiri ile yan yana getirir. Bir yanda dünyamız benzeri kapitalizmin, savaşın ve mülkiyetin hüküm sürdüğü Urras, öte yanda ise kendine has daha önce görülmemiş bir düzene sahip olan Anarres vardır.
Başkahraman Shevek’in biyografisini kendi ağzından dinlediğimiz kitapta Le Guin; Anarres’i, Urras’ı ve neden Urras’tan Anarres’e göç edildiğini anlatır. Anarres ulaşılması mümkün olmayan hırslarından arınmış haliyle mükemmele yakın bir ütopyadır. İnsanlar çalışır ve emeklerinin karşılığında bir hayat kazanırlar. Okur, tartışır ve analiz ederler. Kimse mülkiyet, şiddet vb. kavramların ne anlama geldiğini bilmez ve bu sebeple halklar arası savaşlar çıkmaz. Anarres’te kimse birbirini kandırmak için uğraşmaz çünkü buna gereksinim duyabilecek herhangi bir sebebi yoktur. Bu bağlamda Anarres tam anlamıyla ideal dünyanın tarifidir.
Urras ise uzakta, korkulan, vahşetin ve mülkiyetçiliğin had safhada olduğu herkese zarar vermek isteyen insanlarla dolu olan gezegendir. Shevek’in oraya gitmek istemesi hiç de anlaşılır bir durum değildir. Orada herkes çıkarı için birbirine yalan söyler, insanlar sürekli olarak birbirini kandırır.
Kitaptaki iki dünya Shevek’in Urras’a olan yolculuğu ile başlar. Shevek iyi bir fizikçidir ve oluşturduğu ‘Genel Zaman Teorisi’ Anarres tarafından pragmatik görülmez bu yüzden ötekileştirilmeye başlanmıştır. Fakat Urras’ta bağlantıda bulunduğu fizikçiler onu kendi gezegenlerine davet eder ve kuramını geliştirmesini isterler. Böylelikle Shevek gitmeye karar verir ve her şey o ‘duvar’ın ardına geçmesiyle başlar.
Anarres
“Bir duvar vardı. Önemli görünmüyordu. Kesilmemiş taşlardan örülmüş, kabaca sıvanmıştı; erişkin biri üzerinden uzanıp bakabilir, bir çocuk bile üzerine tırmanabilirdi. Yolla kesiştiği yerde bir kapısı yoktu; orada yerin geometrisine indirgeniyordu: bir çizgiye, bir sınır düşüncesine. Ama düşünce gerçekti. Önemliydi. Yedi kuşak boyunca dünyada o duvardan daha önemli bir şey olmamıştı.”
Bu duvar birçok şeyi ifade etmektedir aslında. Bir sınırlandırılmayı ya da içindekiler veya dışındakiler olgusunu. Duvarın içinden bakıldığında fiziksel olan bu ayrım Anarres’i korumakta, diğer dünyalardan ayırmaktadır. Aynı zamanda diğer dünyalardan bakıldığında ise aynı duvar Anarres’i dev bir esir kampı’na dönüştürmektedir. “içeri kapamak” ya da “dışarıda bırakmak”..
Anarres bu zamana kadar yazılmış ütopya ve distopyaların genel seyrinin aksine fiziki, coğrafi ve felsefi açıdan biraz farklıdır. Tam istenilen ideal bir sistemi temsil etmektedir. Odo’nun önderliği ve ilkeleri etrafında kurulmuş bir toplumdur. Odo zengin ya da fakir, ast ya da üst olmayan, bünyesinde hiçbir zorunluluğu barındırmayan bir toplumun temellerini atmış ve bunun üzerinden çok uzun zaman geçmiştir. Odo’nun ilkeleri toplum için yapılanları ahlaken yüceltmiştir. Burada zorunluluk ancak insanın içinden gelen bir zorunluluk olabilir ki bu da Anarres eğitimi ve yaşam tarzı sayesinde tüm insanlara benimsetilmiştir. Toplum için çalışmak aynı zamanda kendiniz için çalışmak demektir. Herkes çiftçidir, işçidir ya da ne olmak isterse odur ama toplum ona ne olarak ihtiyaç duyarsa o olmak zorundadır, bunu içinde de hisseder. Ortada para yoktur. Hiçbir iş, bir şey karşılığı olarak yapılmaz. Toplam nüfusu 20 milyon olan son derece elverişsiz bir gezegende yaşamak elbette fedakârlık ve kendini adamışlık gerektirmektedir. Bununla beraber herkes dilediği mesleği seçmekte, istediği eğitimi almakta özgürdür. Hatta isterse hiçbir iş yapmak zorunda değildir. Toplumun hiçbir yaptırımı yoktur. Sadece üstlerine düşen görevleri yerine getirmeyenlerin toplum tarafından horlanması ve tepki görmesi. Barınmak, beslenmek, ulaşım, sağlık ve eğitim hakkınızdır, aynı zamanda gezegenin istediğiniz bölgesinde yaşamak da hakkınızdır. Boş olan bir ev sizindir. Yemekhanede boş olan bir yer sizindir. Tüm bu özgürlük ve serbestliği ile birlikte insan yaşamının devamı belirli bir sistem kurup bunu yönetmeyi de gerektirir. Elbette yöneticiler yoktur, kararlar ortak alınır ve toplum için “iyi olan” ne ise o gerçekleşmelidir. Romanda buradan itibaren anarşizm, doğası gereği yine ortaya çıkarak bu sistemi de eleştirmeye başlar. Sistemde belli yerler bazı kimselerin gizliden gizliye egemenliği altındadır (ÜDE’ler). Bu fark edilmesi o kadar kolay olmasa ve toplumun büyük bir kısmında buna ilişkin bir rahatsızlık yaşanmasa da Odo’nun kurmak istediği toplumun bu olmadığını düşünen bir azınlık da ortaya çıkmaktadır.
Urras
Uçsuz bucaksız ormanlar, binlerce çeşit hayvan, insanların yaşadığı zengin, lüks ve konforlu hayat sorgulamaları da beraberinde getirir. En basit ağrılar için kullanılan ve çözüm olan ilaçlar Anarres’te bulunmamaktadır.. Mülkiyetçilik, anlam verilemeyen savaşlar, açlık, bireysel hırs, ırkçılık, cinsiyet ayrımcılığı gibi ahlak dışı ne kadar insan davranışı varsa Urras’ta yaşanmaktadır. İnsanlar birbirlerine çıkarları için her türlü kötülükte bulunabilirler. Bencil ve kapitalist dünya tüm ihtişamıyla gözler önüne serilir. Sadece satın almak üzerine kurulmuş bu kapitalist düzende her şey paradır. Alışveriş yapmak gibi öğretiler başta çok ilginç olsa da daha sonraları bu sistemi de sorgulatır ve nefret edilmesine neden olur. Konfor ve lüks çalışmalara engel olmakta ve üretimi sağlamamaktadır bu da Urras’ın temel yasalarından biridir. Fakat ilginçtir ki her şey o kadar düzene koyulmuştur ki su miktarı denetlenmekte, ormanlara özen gösterilmektedir. Tabii Leguin her iki ütopya için hem artıları hem eksileri göstermektedir.
Anarşizm için “Kadın”
Kapitalizm için “Kadın”
Kitapta birçok feminist öğelere rastlamaktayız. İlk olarak Odo yaratılmış ve kitapta bulunmasa da zımnen geçmektedir. Odo bir kadındır yani lideri kadın olan bir toplum yaratmıştır. Başkarakterini ise bir erkek olarak seçmesi erkek doğasına kadın bakış açısıyla oldukça gerçekçi bakmaktadır.
Öte yandan Anarresliler için kadın bir mülkiyet değildir. Kadın bir anne değildir. Kadın birçok erkekle olabilir ve bu normaldir. Kadın ve erkek arasında bir statü farkı veya eşitsizlik söz konusu değildir. Kadın ve erkek her ikisi de istediği mesleği yapabilir istediği işle uğraşabilirdi. Yani, bir erkeğin bir kadına sahip olması söz konusu değildi. Anarres’te önemli olan şey ‘kardeşlik’ti. Kardeşlik paylaşmayı gerektirmektedir. Bu düşünce sistemi ile “bütün parça olmaktır” .. Parçalara ayrılmamış, bütün olan ve her şeyi kuşatan bir dünya görüşü hedeflenmiştir.
Anarres’te eşlik sistemi mevcuttur. Bir erkek ve bir kadın tek eşliliği seçtiği vakit bir eşlik odasında kalmaya başlarlar ve yaşamlarına aynı şekilde devam ederler. Fakat ortada ne bir evlenme durumu mevcuttur ne de sahiplenme güdüsü taşımaktadır. Örneğin eşlikler de diğer kardeşleri gibi zorunlu on günlük çalışmaya talimdirler. Ve bu genellikle aynı yere çıkmamakta ve ayrılmaktadırlar. Ancak belirttiğin takdirde bir çalışmada bir boşluk varsa yan yana gelebilmektesindir. Bu tamamen bireylere kalmış bir şeydir. Odo’cu ilkeler tamamıyla zorunluluğu ortadan kaldırmış, toplum için yapılanları ahlaken yüceltmiştir. Buradaki zorunluluk içten gelen bir şeydir. Bir kurum değil, bir işlevdi. Kişisel vicdan dışında bir yaptırımı yoktur.
Annelik görevi yoktur, çocuklar belli bir dönem sonra Odo’cu eğitime alınır ve yatakhanelerde tek başına, kardeşleriyle büyümektedir. Annesini veya babasını tanımaktadır fakat çocuk da tıpkı kadın ya da erkek gibi sahiplenilmemekte, bir mülk olarak görülmemektedir.
Kadınların fiziksel özelliklerine bir ehemmiyet yoktur. Çünkü onlara göre her şey gereksinme oldukça elde edilir. Gereksinimin yoksa fazlalık sayılır ve toplum tarafından kınanırsın. Bu sebeple bir giysi üzerindeki yıpranmadıkça ikincisi fazlalık olarak görülür ve ya yemekhanedeki yemekler herkese ulaşır fakat gereksinim kadar verilir. Çünkü aşırılık ahlaken çöküntü sayılmaktadır. Bu sebeple kadınlar da fiziksel cazibe için uğraşmaz, tamamıyla toplumuna yarar sağlayacak şeyler için var olduğunu düşünür.
Urras da ise durum tamamıyla tersini içerir. Kadın objedir. Sahip olunacak bir nesne olarak görülür. Kocalarının adlarını taşırlar ve her şeyi denetlemelerine izin verirler. Okumuyorlardır, evdedirler genellikle. Süse düşkün, bakımlı ve sahiplidirler.
İo’luların düşlerine, romanlarına, şiirlerine, bitip tükenmek bilmeyen çıplak kadın resimlerine, müziklerine, kıvrımları ve kubbeleriyle mimarilerine, şekerlemelerine, banyolarına, şiltelerine yedirdikleri bütün o cinselliği cisimlendiriyordu. Masanın içindeki kadındı. Tümüyle kazınmış kafasına minik mika tozu parçaları içeren bir pudra serpilmiş, böylece hatlarının çıplaklığı hafif bir parıltıyla gizlenmişti. İnce bir şal veya atkıya bürünmüştü, altında çıplak kollarının şekli ve dokusu yumuşamış, korunmuş görünüyordu. Göğüsleri örtülüydü: İo’lu kadınlar sokakta göğüsleri açık dolaşmazlar, çıplaklıklarını sahiplerine saklarlardı. Bilekleri altın bileziklerle doluydu, boynundaki çukurda bir tek mücevher yumuşak derinin üzerinde mavi mavi parlıyordu.”
Urraslılar için kadın tam olarak böyle tanımlanmaktaydı. Kadınlar bunu sorgulamamış ve kabullenmişlerdir. Kafestedirler ama zenginlik ve lüks onlara göre özgürlük demekti…
(yıllar yıllar önce yazmışım bir kusurum varsa affola)