in

“Mühürlenmiş Zamanın” İzinde: Yönetmen Andrey Tarkovski

                         “Görüntü, hakikatin suretidir.”                                                                                                               Mühürlenmiş Zaman, A.Tarkovski

Tarkovski’yle tanışıklığım 2000’li yılların başında İzmir 9 Eylül Üniversitesine bağlı Sinema Eğitim Merkezi’nin gösterime sunduğu, “Kurban” adlı filmiyle olmuştu. İki-iki buçuk saat boyunca her türlü işkenceye razı olmak, göz kapaklarının altında ezilmemek için büyük bir sabır göstermek… Gerçek bir sinemaseverseniz boynunuzun borcudur bu. Doyumsuz bir tat almak için katlanılan ızdırabın anlamı, sonunda belirecek. Her ne olursa olsun vazgeçilemeyecek olan bu ızdırabın adı, Andrei Tarkovski. Bu dahi yönetmenin filmini izlerken, itiraf etmeliyim ki, ben de dahil birçok insanın uyumaya direndiğiydi anımsadığım. Ayrıca birçoklarının da filmi daha yarılamadan salonu terk ettiği gerçeğiydi. Sonraları TRT 2’nin sinema kuşağı adı altında izlediğim “Andrey Rublev” ve Stalker (İz Sürücü) filmiyle devam etti yönetmeni ve filmlerini tanıma sürecim.

“Bir tek yolculuk mümkün yalnızca; kendi iç dünyamıza yaptığımız yolculuk.”

Artık günümüzde bir tüketim malzemesi olarak ele alınan sinema ticari kaygılarla yapılmaya devam ederken, günümüz maddi ilişkilerinin içine hapsolmuş, kendi varoluşunu anlamlandıramayan bireylerin varlığı da bu acı durumun sürekliliğini beslemeye katkı sunuyor hala. Son derece vasat, içi boş filmlerin sayıca çokluğu ve niteliksizleş(tiril)miş seyircilerin varlığının bilinciyle, değil sadece Rus sinemasının, belki de dünyanın gelmiş geçmiş en iyi yönetmenlerinden biri olan Andrey Tarkovski’den bahsedeyim istedim sizlere. İçeriği son derece yoğun ve şiirsel görüntüleriyle birbirinden müthiş 7 iyi sinema filmi çekmiş bu dahi yönetmenin, sinema filmlerinin yanında, ayrıca onu diğerlerinden ayıran sinema anlayışını da anlatmaya çalışacağım.

Öncelikle şunu belirmek isterim, Tarkovski’yi anlatmak haddime mi bilemiyorum ama Tarkovski’nin kendine has anlam dünyasına hakim olmak, çok yoğun bir entelektüel birikim ve kültürel çaba gerektiriyor.

Gişe kaygısı gütmeyen, yoğun anlatımlı filmleriyle büyülü bir dünyanın kapısını araladı bizlere ve bizleri oraya davet etti. Bu durum aslında sinemaseverler için oldukça yeni bir deneyimdi. Çünkü biçimsel olarak kurgu, tek plan/uzun çekimler ve renk gibi teknik özelliklerin yanı sıra anlatım dilinin geniş bir metaforik düzlemde olması, insanların birçoğunun pek de alışık olmadığı ve bir hayli de ‘sıkıldığı’ bir durumdu.

O, bu eleştirilere şu cevabı veriyordu: “Sinema, genelde anlaşılabilir olmayan, yüksek bir gerilim gerektiren bir sanat formu. Anlaşılmayı istemiyor değilim, ama söz gelimi Spielberg gibi genel kamuoyuna da film yapamam, yapabileceğimi anlasaydım mahcubiyet duyardım. Genel bir izleyici kitlesine ulaşmak istiyorsanız sanatla hiç ilgisi olmayan Yıldız Savaşları ve Süpermen gibi filmler yapmalısınız. Bu, halka ahmak muamelesi yaptığım anlamına gelmiyor, ama kimseyi hoşnut etmek için de sıkıntıya girmem kesinlikle.”

Andrey Tarkovski

Einsenstein’den sonra sesli sinema dönemi de dahil olmak üzere uzunca bir süre sessiz kalan Rus sineması,”Potemkin Zırhlısı” çekildiği sırada henüz doğmamış olan Andrei Tarkovski ile eski gücünü bulmuştu. Rus şairi Arseny Tarkovski’nin oğlu olan yönetmen, önce müzik ve Arapça dersleri almış, daha sonra Sovyet Film Okulu’na girmiştir.

 

"İvan'ın Çocukluğu" adlı film sahnesinden

Tarkovski’nin ilk uzun metraj filmi “İvan’ın Çocukluğu”dur. Kısaca savaş ile yok olan bir çocukluğun anlatıldığı bu filmde, film üzerine yapılan eleştiriler Tarkovski’yi pek de memnun etmemiştir. Ancak o, kendisini savunan Sartre’nın da cevap verdiği bu eleştirileri ideolojik olarak görmüş, filmin üzerine değerlendirmeler yapılmadığını belirtmiştir. Onun asıl gerçekleştirmek istediği, savaşın olumsuz kahraman tipleri ortaya çıkardığını göstermekten çok bu katı gerçekçiliğin nasıl güzel bir şekilde ortaya konabileceğiydi.

İkinci filmi “Andrey Rublev”, Cannes’da ödül alıncaya kadar yasaklanmış ve ülkesinde gösterime girememiştir. Büyük bir Rus ikon ressamı ve keşiş olan Andrei Rublev, Tarkovski’nin elinde yeniden yaratılmıştır. İçinde yaşatıp büyüttüğü inancına rağmen trajik bir şekilde bir insanın ölümüne sebep olan Rublev; hayatı, var oluşunu ve Tanrı’yı sorgulamaya, sanatı da anlamsız görmeye başlar. Derin felsefi konuşmalarla yoğrulan bir gezi sırasında çan üreten birini görmesi, inancının birdenbire yerine gelmesini sağlar. Kötülüklerle kavrulan bir dünyada sanatın ve sanatçının var olma sorunsalı üzerine kurulu olan film, siyah-beyaz arasındaki bütün gri tonlarla beraber, tüm yaşamı içine alan uzun bir gezi olarak görülebilir. Filmin bütün soğuk mekanları, yönetmenin bakışı üzerinden keşiş sanatçıyı inancının doruğuna doğru götürmekte büyük bir acı vasıtası olarak işlenmiştir.

Tarkovski’nin bir diğer önemli başyapıtı, Stanislav Lam’in aynı adlı bilim-kurgu romanından uyarlanan “Solaris”, Kubrick’in  “2001: Bir Uzay Destanı”na bir Rus cevabı olarak görülür. Oysa filmin Rus bakışıyla bir ilgisi yoktur. Tarkovski, filmleriyle ülke yönetiminin tepkisini yeterince çekmiş, filmleri yasaklanmıştır. Solaris gezegeninin etkisiyle geçmişine, geçmişteki hatalarına dönen insanoğlu bir anda kendisiyle yüzleşir. Kubrick’te yeniden doğuşla müjdelenen insan, Solaris’te daimi görünen sonla noktalanır.

Yönetmenin en derine işleyen, etkili ve şiirsel filmlerinden biri de “Ayna (Zerkalo)”dır. Anne ve babasının bizzat oynadığı film, gerçek mekanlarda çekilir. Yönetmenin kendi yaşamından ne kadar iz taşıdığını anladığımız bu film, insanın geçmişini sorgulaması, pişmanlıkları ve bağlılıkları üzerine kurulmuştur. Şair olan babasının şiirleriyle filmin şiirselliğini daha da arttırması, ses ile yönetmenin tüm filmlerindeki görüntü mükemmelliğinin birleşerek ortaya çıkmasını sağlamıştır. Ayna teması, yönetmenin içsel dünyasında öyle yer etmiştir ki bütün filmlerinde bu etkiyi hissetmek mümkündür. Ayna kadar olmasa da diğer filmlerinde de kendi yaşamından öğeler görmek mümkündür. Babasının savaş nedeniyle evden ayrılması nedeniyle, “Üç kadın” la ( Annesi, kız kardeşi ve babaannesi) beraber yaşaması, onun daha karmaşık bir psikoloji içine girmesine neden olur. Bu psikolojik yaklaşım; pişmanlıklar, özlemler şeklinde kendini “Ayna” da gösterir. Onun aynası felsefi bir terimdir aynı zamanda ve narsistik bir yaklaşımın izi hiçbir zaman görülmez. O her yaptığı ile övünmek yerine, “kendisine bahşedilen yeteneği kullanmaktan başka bir şey yapmamıştır!”

Yönetmenin beşinci filmi, benim de en sevdiğim filmi olan “İz sürücü” (Stalker), meteor düşen bir bölgeyi keşfe çıkan bir kılavuz, fizik profesörü ve yazarın zaman ve mekan arasındaki içsel yolculuklarını konu edinir. Dönemin umutsuz ve inançsız aydınlarına da bir eleştiridir aynı zamanda bu film. Sanat ve bilimi simgeleyen iki karakterle onlara yol gösteren ancak her zaman onların önden gitmelerini isteyen Stalker’ın hikayesidir. Yine bir öz yaşam söz konusudur. Ve yönetmen kendi sürgün yıllarını, içine hapsettiği tutkuları yasaklı bölge içinde sınırlamaktadır belki de bu filmiyle.

Yönetmenin son iki filmi “Nostalji” ve “Kurban ( Offret), insanın kısıtlanmış bir yaşam ölçüsünde kendisiyle mücadelesini, toplumla ilişkilerini, yabancılaşmasını ve bu nedenlerle karşı konulamaz bir acı içinde yaşaması gerçeği üzerine odaklanır.

Babasındaki şiirsellik sözcüklerin gücüyle olurken, Tarkovski’de var olan şiirsellik anlatımı fotografiyle kendisini ifade eder. Yavuz Özkan’ın “hayata eşit olan her bir saniyesi, onun her bir görüntüsüyle, zamanı oluşturan parçacıkların bütünden daha büyük olduğunu kanıtlar niteliktedir.”

Tarkovski üzerine düşenin yalnızca hissettirmek olduğunu düşündüğünden, filmlerinde kesin bir son yoktur. Solaris’te boşlukta yol alan bir insan, Ayna’da daimi bir arayış içerisindedir. İz sürücü’nün kaotik ortamı belirsizlikten başka bir nedene bağlı değildir. İzleyici aynı zamanda iz süren konumundadır ve kendi arayışını kendi bilinci üzerinde kurmaktadır. Çağdaş şiirle de örtüşen bu kapalılık, izleyiciden de beklentiler içermektedir. Tarkovski bu şekilde bir anlatımı seçerek aslında, anlamı bilincin içinde eriterek büyük bir görsel şölen aracılığıyla her bilince seslenmektedir. Böylece filmlerine dair tamamlanması izleyiciye bağlı bir son bırakmaktadır.

Onun filmlerinin en büyük özelliklerinden biri, şiirde de olduğu gibi, hiçbir anın, sekansın atlanamayacağı, çıkarılamayacağı ve yerine başka bir ‘şey’in konulamayacağıdır. Bu seçicilik onun mükemmeliyetçiliğin de kanıtıdır. Onun aynasından yansıyanlar gerçeğin birebir kendisidir.

Tarkovski, filmlerinde barok tarzı klasik müziği, özellikle de Bach’ı sıkça kullanarak görsel şiiriyete işitsel haz katmayı da unutmamıştır. Kilise müziğiyle yaratmak istediği etki bütün filmlerindeki temayla örtüşmektedir.

Filmlerinde görsel ve işitsel olarak her yönüyle karşımıza çıkan tanrı inancı, bir yaratıcı görevi üstlenen yönetmenin, Tanrı’ya borcunu ödemesi şeklinde de yorumlanabilir. Bu inanç ve bağlılık devleti yönetenlerce karşılık bulmamış ve muhalefet olarak algılanmış. Bu nedenle filmleri ülkesinde yıllarca gösterilmemiştir. Yurt dışında birçok festivalden ödüllerle dönmesi ve sinemasına dair büyük bir saygıyı kazanması, onun ülkesinde de giderek ağırlığının hissedilmesinde etkili olmuştur.

Filmlerinin yalın olduğu kadar yoğun olması, anlam kapalılığı ve her bilince seslenen açık uçluluğu, filmlerinin anlaşılmasının da önüne geçmiştir. ‘Anlaşılmama’ onun için büyük bir sorun değildi. Bir keresinde filmlerini çocukların daha iyi anladığını belirterek izleyicilere şunu tavsiye etmişti: “Film sırasında bir anlam aramaya başlarsanız olup biten her şeyi kaçırırsınız. İdeal seyirci bir filmi içinden geçtiği kırları seyreden bir yolcu gibi seyreder.”  Bir şeyi anlatmaktan çok hissettirmeyi amaçlamıştır. Bu anlatımını da işitsel ve görsel öğeleri mükemmel bir şekilde birleştirip özgün bir ifade katarak sağlamıştır. Doruklarına ulaşan minimalist anlatım, özellikle yakın plan ve hareketsiz uzun sekanslarıyla ülkemiz yönetmenlerini de etkilemiştir.

Tarkovski’nin de üzerinde durduğu gibi, filmlerindeki ideolojik ve felsefi söylemler; sanatın, sinemanın asıl güzelliğini ortaya koyan öğeler değildir. Sinemayı sinema yapan, onun estetik düzeyde bir gerçeklik olduğunu ortaya koyan değerler ve düşüncelerden çok sanatsal ölçütlere uygunluğu ve kendi özgün havasını oluşturabilmesidir.  Bana göre dünyanın en iyi yönetmenlerinden biri olan Andrey Tarkovski’nin filmlerini hala izlemediyseniz,  daha estetize bir hayat iddiası için bir an önce izlemenizi öneririm.

Bitirirken bir kez daha yönetmen Andrey Tarkovski’ye kulak verelim;

“Herkes bana filmlerimde şu veya bu şeyin ne anlama geldiğini soruyor. Korkunç bir şey bu! Sanatçının anlamlarıyla ilgili soruları cevaplaması gerekmiyor ki. Bir anlam ararsanız eğer, olup biten her şeyi kaçırırsınız. Bir film sırasında düşünmek o filmi deneyimlemenizi kesintiye uğratır. Bir saati parçalarına ayırın, artık çalışmaz olur.”

“İnsanlığın kendine inanmayı bıraktığını, bugünün insanının şarkının ritmine uyarak ağzını açıp kapayan ama hiç ses çıkarmayan bir koro şarkıcısı gibi olduğunu kaydetmiş ve eklemişti: Ne de olsa diğerlerinin hepsi şarkıyı söylüyor. O da söylermiş gibi yapıyor çünkü diğer seslerin yeteceği kanısında. Böyle davranıyor, çünkü kendi şahsi eylemlerinin önemine artık inanmıyor.” 

Kaynak: Sanat ve Hayat Dergisi, 25.Sayı, Şiirsel Bir Tad: TARKOVSKY- Mustafa Bal

2 Yorum

Cevap Yazın

One Ping

  1. Pingback:

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Çocuklar İçin Çevreci, Duyarlı Ve Farklılıkları Kucaklayan Film ve Kitap Listesi

Hrant Dink: İki Yakın Halk, İki Uzak Komşu