“Eskisi kadar yakın olamayız, araya mesafe koymalıyız.”

Elli gündür televizyonda aynı cümle söyleniyor. Epeydir eve gazete almadığımdan dev manşetleri göremiyorum. Ama yazılı basın da eminim aynı cümleyi bir gün devrik yapıyordur, diğer gün “mesafe”yi başa alıyordur. Mesafe önemli sonuçta, herkes söylediğine göre var bir bildikleri!

– “Çok yasak var anne. Yasaklar bitince biz de hep beraber parka gider miyiz?”

– “Elbette gideceğiz.” diyorum ne zaman olacağını bilmeden.

Anne olmanın dayanılmaz ağırlığını bir kez daha hissediyorum. Söz verirsem tutmak zorundayım, annemden öyle öğrendim. Üç yaşında bir çocuk zamanı bilmiyor belki ama otuz üç yaşındaki ben pekâlâ biliyorum.

– “Gene çıkacağız sokaklara değil mi anne? Çimenlere oturup, yüzümüz güneşten kızarana kadar sohbet edeceğiz değil mi?”

– “Elbette yaparız yavrum. Sanki sen bilmiyorsun, ilahi Pınar. Alemsin valla.” diye gülüyor annem. Henüz görüntülü konuşmaya tam alışamadığından yine yüzünün yarısını görsem de gülüşüne yetişiyorum.

– “Yok anne tabi ben biliyorum da Ece sordu bana öyle, sen gene beni duymuyorsun galiba. Yoksa ben bilmediğimden değil, bilmez olur muyum hiç. Zamane çocukları diyorum alemler, ne sorular soruyorlar.” diyerek geçiştiriyorum.

Otuz üç yaşındaki ben zamanı biliyorum da altmış yaşındaki annem bilmiyormuş gibi davranıyor.

– “Siz iyi misiniz? Bir şeye ihtiyacınız var mı? Gelelim mi babanla? Yalnız kaldın çocukla bir başına. Ev, Ece, bir yandan iş, her şey sana kaldı.”

– “Annem gerek yok, Çiğdem’le idare ediyoruz biz. Hatta Çiğdem bizi daha çok idare ediyor bence. Önceden evde bir çocuğa bakıyordu şimdi iki çocuk olduk başına. Merak etme sen. İyiyiz biz. Annem kapı çalıyor, kargo gelmiş olmalı. Öpüyorum seni.” diyerek başlamak üzere olan yağışa yakalanmasın diye Ece’ye kapattırıyorum telefonu.

Karantinada çocuk bakmak mı daha zor, çocuk olmak mı hiç karar veremiyorum.

Kargodan iki gün önce gelen kumaşları, iplikleri balkondaki hava karantinasından alıp siparişlerin sırasına göre odaya yerleştiriyorum Ece’yle beraber. Neyse ki atölyeyi kapatsak da evden çalışabiliyorum ve siparişler devam ediyor diye seviniyorum herkes gibi. Kendime yetmenin huzuruyla çocuk bakmanın daha iyi olduğuna karar veriyorum.

Arta kalan kumaşlarla Ece’nin ayıcıklarına yastık yorgan dikiyoruz.

– “Ayılar yorgan örtmez ki, onların tüyleri var.” var diyor Ece çocuk doğruculuğuyla.

– “Belki çok üşüyordur, yalnız ya.” diyorum üşümesini tasdiklemek uğruna, halbuki ben geceleri hiç üşümüyorum.

– “Anne, belki Pofuduk da annesinin yanında uyursa üşümez.” diye sokuluyor kolumun altına.

– “Belki de” diyorum, öpüyorum.

Kapı çalıyor, Çiğdem bana sesleniyor. Kapıda üç ay önce giden biri var. Her erkek gibi pişmanlığını bir buket kır çiçeğiyle sarmış, uzatıyor. Diğer elindeki market poşetleri de pişmanlığının zirvesinde bir babayı temsilen tutuluyor. Zihnim duruyor, marketten gelince eller yıkanacak, poşetler balkona, çiçekler de mi balkona, üst değiştirilecek, ayakkabılar dışarı, montlar ters çevrilecek. Sonra nefes alıyorum ve aklımdan geçen tek düşünceye odaklanıyorum:

“Eskisi kadar yakın olamayız, araya mesafe koymalıyız.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Onur Uludoğan’ın İkinci Kitabı “Arızalı İlişkiler Ansiklopedisi” Yayımlandı

Sadık Hidayet’in Öykülerine Bir Bakış