in

Mekanın Cinsiyetine Dair Kısa Bir İnceleme

Biyolojik bir olgu olan ‘cinsiyet’ basitçe, bireyin kadın ya da erkek bedenine sahip olma durumunu ifade etmektedir. Toplumsal yaşam içindeyse biyolojik bir tanım olmanın ötesine geçerek, kadın ya da erkek olmanın toplum tarafından yüklenen anlamlarıyla kültürel yaşamı inşa eden bir düşünce yapısına dönüşür. Bu durumu karşılamak için artık ‘cinsiyet’ kavramı yerine ‘toplumsal cinsiyet’ kavramı kullanılmaktadır. Toplumun değerlerini yansıtan özneler arası ilişkilerin yaşandığı mimari mekânlar, toplumsal cinsiyet normlarının açıkça ya da dolaylı olarak gözlemlenebilmesine olanak tanırlar.

Sosyolog ve düşünür Henri Lefebvre’ye göre mekânın kendine has atmosferini oluşturan içerisinde yaşanan ilişki biçimleridir dolayısıyla bir mekân toplumsal olarak üretilen bir karakter taşır. Fiziki sınırları içinde konumlanan öznelerin ve nesnelerin hareketlerini belirler, onların bir arada olma durumlarını düzenler.

Biçim ve formlar aracılığıyla kendine has bir dil kurabilen mimari, kamusal alanlarda bu dil aracılığıyla mekânların cinsiyetini tayin etmeye çalışan düşüncenin somutlaşmasını sağlamaktadır. Mekânı oluşturan görsel dilin bedene yani biyolojik cinsiyete göndermede bulunması ya da toplumsal normların mekânı örgütlenmesi mümkündür.

Mekânın toplumu düzenleyen ve sınırlarını belirleyen bir olgu olarak ilkel toplumlardan bu yana kullanılan bir araç olduğunu söylemek mümkündür. Doğurganlık sembolü olan kadın bedenine benzetilmiş fırın, mezar ya da tapınak gibi yapılar ilk akla gelen örneklerdir. İnsan bedeni ve mimarı yapıların yakın ilişkide olduğu Antik Yunan mimarisi hakkında Vitrivius tarafından yazılmış ‘Mimarlık Üzerine On Kitap’ adlı eserde, tapınakların mimari düzenleri ve tanrıçaların bedenleri arasında açık bir ilişki kurulmuştur. Dor düzeni erkeksi sert ve yalınken, Korent düzeni süslü zarif tarzıyla kadınsılığı ve narinliği işaret etmektedir. İyon düzeniyse Dor’un sertliği ve Korent’in zarafetini taşırken baskın olarak kadına atfedilen süslemeyi ve beden oranlarını vurgular.

Richard Sennet de, ‘Ten ve Taş’ adlı kitabında antik dönemin Yunan, Mısır ve Sümer toplumlarında vücut ısısına dayanan cinsiyet ayrımının mekânsal koşulları oluşturduğundan bahsetmektedir. Hamileliğin başlangıcında rahimde iyi ısınan ceninin erkek, ısınamayan cenininse kız olacağına olan inancın yaygın olduğunu ifade etmiştir. Bu anlayış kendi döneminde günlük hayatı etkilemiş, kadınların sözde soğuk fizyolojileri sebebiyle onlara daha uygun görülen evlere kapatılmış, sıcak vücutlu erkeklerse kentsel açık alanlarda bedenlerini serinletmişlerdir. Yazar ve mimar Mark Wigley, 15. yüzyıl mimarı Leon Battista Alberti’nin kaleme aldığı metinlerde kadınların ev gibi özel alanlarda konumlandırıldığı, dış dünyanınsa erkeklere ait olduğuna dair açık göndermelere rastlamıştır. Leonore Davidoff ve Catherine Hall’un 1830-1840’lı yıllar üzerine yaptıkları çalışma, kadının yaşamını ev içerisinde sınırlamaya çalışan düşünce biçiminin evi de tanımlarken kadına yakıştırılan hamaratlık, fazilet ve namus gibi özellikleri kullandığını ortaya koymuştur.

Kapitalizmin fikir babası kabul edilen Adam Smith’in eril ekonomik modelinde üretim alanları içerisine evi dâhil etmeyişi de şaşırtıcı değildir. Sosyal antropolog Paul Connerton’a göre 19. yüzyılda kadınların yaşam alanı genellikle evle sınırlı kalırken ticaretin erkeklerin egemenliğinde oluşu sokakların eril mekânlar olarak varlığını sürdürmesine neden olmuştur. Endüstrileşmeyle birlikte kadının toplumsal alanda üretime katılması günümüzde artmış olsa da halen erkeklerin ‘dışarıya’ yani kamusal alana, kadının ise ‘içeriye’ yani eve ait olduğu fikrinin kentsel yaşama şekil veren iç dinamiklerden biri olduğu su götürmez bir gerçektir. Ev günlük yaşama dair farklılıkların ve mikro güç mücadelelerinin devamlı yaşandığı bir mekândır. Evin içinde bulunan bölümlerin dahi ayrı ayrı cinsiyetlendirildiklerini (gendered spaces) görebiliriz. Ev içinde misafirlerin ağırlandığı salonlar, odalar, erkeklerin çalışma ofisleri ya da atölyeleri herkese açık eril bölümlerken yatak odası ve mutfak gibi alanlar daha mahrem ve kadınlara ait alanlar olarak nitelendirilmektedirler.

Mimarinin cinsiyetlendirilmiş biçimsel tasarımlarına dairde günümüz kent yaşamından örnek vermek mümkündür. Örneğin, mimarinin geleneğinde birincil koordinatların (üst, sağ ve ön) koordinatların genellikle eril unsurlarla, ikinci koordinatların da (alt, sol ve arka) dişil unsurlarla eşleştirildiğine sıkça rastlanılmaktadır.

Başka bir örnekse kıvrımlı hatlara sahip iç mekânların kadın bedeniyle, plazaların ve yüksek kulelerin fallik/erkek imgeyle ilişkili çağrışımları toplumda benimsenmiş imajların yansımalarıdır.

Ataerkil toplumlarda kadının kamusal alana yani sokağa çıkarak varlığını göstermesi doğrudan ya da dolaylı olarak erkeklerin fiziksel, psikolojik tacizine ve şiddetine maruz kalmalarına sebep olmaktadır. Sokağa yalnız çıkan kadına uygunsuz davranışlar halen birçok bölgede erkekler tarafından normal karşılanmaktadır. ‘Sokak kadını’ tabiri birçok toplumda yer alan  amiyane bir tabirken neden ‘sokak erkeği’ gibi bir tabirin olmadığı sorgulanmaya değer değil midir? Bu zihniyet sokakları kadınlar için tecavüz ve taciz korkusunu yaşadıkları bir yere dönüştürmüştür.

Cornell, tecavüzü psikolojik ve fiziksel bir eril şiddet eylemi olarak tanımlar. Cornell’ın ifadesiyle ‘sokak’,  “ıslık çalıp laf atma gibi görece hafif tacizlerden fiziksel sarkıntılık ve tecavüze kadar, kadınlara yönelik pek çok sindirme eyleminin gerçekleştiği ortamdır. Eylemin yükselişinin nerede duracağı her zaman önceden kestirilemediğinden, şehrin büyük bir bölümünde kadınlar, özellikle hava karardıktan sonra nadiren sokaklarda, caddelerde yürürler. Öyleyse sokaklar ve caddeler erkeklerin işgali altında olan bölgelerdir. Genç yetişkin erkeklerin yoğunlaştığı yerler ise en korkutucu ve tehlikeli olanlarıdır.”

Kamusal alana ait ilginç başka bir detaysa, kadınların ev gibi kapalı alanlarda şiddet ve tecavüze uğrama riskinin daha yüksek olmasına rağmen sokaklarda yabancı erkeklerden zarar göreceklerine çok daha fazla inanıyor olmalarıdır. Bir kentin ya da yaşam bölgesinin aynı noktalarında kadınlar ve erkekler farklı duygular yaşarlar. Bu değişkenlik o noktaların cinsiyetlerine dair bizlere açık ipuçları sunmaktadır. Kadınlara yazılı bir yasak ile belirtilmemiş olsa da girmelerinin istenmediği mekânlar da vardır.

Örneğin kahvehaneler, 1990’larda birçok yerde karşılaşmanızın mümkün olduğu üç film birden temalı sinema salonları, genelev ya da pavyon gibi eril mekânlar… Kendine özgürlük alanlarını hak gören eril yapı, kamusal alanda kadını ‘namus’ adını verdiği bir baskıyla çevrelemek ister. Cinsiyetlendirilmiş mekânlara dair en uç örnekler, kadın ve erkekleri birbirlerinden ayırmaya, ayrı tutmaya teşebbüs edenleridir. Örneğin haremlik selamlık geleneğinin devam ettiği Müslüman camileri ve Ortodoks sinagogların Mechitzaları adı verilen bölümleri bunlara örnek gösterilebilir.

Kapitalizmin kültürü biçimlendirme araçlarından biri olan reklamlar aracılığıyla da mekânların cinsiyetlerle ilişkilendirildiğini söylemeden geçmemek gerekir. Mutfakta yemek yapan düşünceli anne rolünde bir kadın ve lüks arabasının içinde son sürat hızla otobanda ilerleyen çekici bir erkek gibi bir çok örnek çoğaltılabilir. Tüketicinin zihninde canlandırılan hayali imgeler ve modeller gerçek dünyadaki tercihlerini de şekillendirmede aslen kullanılan şablonlardır.

Bireylerin günlük yaşam pratikleri toplumsal ilişkilerin de biçimini belirler. Bu durum sosyal yaşamın gizli kodlarını içeren toplumsal mekânların da gelenek, inanç ve iktidar biçimlerini her gün yeniden üreten ve ayakta tutan sahalar olduğunu bizlere göstermektedir. Michel Foucault’un da ortaya koyduğu gibi güç aracılığıyla çevresine hâkim olmak ona şekil vermek ve egemenliğini devam ettirmek isteyen bir iktidar yalnızca devlet mekanizmasının aracılığıyla vücuda gelmemektedir. Bireysel ve toplumsal yaşantımızda kurduğumuz her ilişki biçiminin içinde, iktidar mekanizmaları bizleri istediği kalıplara oturtmak ve uyumlu hale getirmek için ilişki biçimlerimize ve üretim biçimlerimize sızmış ve sızmaktadır.  İktidarı besleyen bizlerin ilişki ağları, yaşam pratikleridir. Dolayısıyla mekânların cinsiyetlendirilmesinin altında yatan fikri tespit etmek, egemenlik kurmak isteyen iktidar söyleminin karakterini analiz edebilmemizi sağlamaktadır.

6 Yorum

Cevap Yazın
  1. Yazı için teşekkür ederim, üretim ve cinsiyete göre meslek grupları benzer paralellikte incelenebilecek bir konu gibi görünüyor.

    • Teşekkürler Hasan, bahsettiğin durum hakkında ülkemizde muhtemelen belirgin birçok örnek mevcuttur. Farklı boyutlarıyla da ele alındığında dikkatimizi temize çekmemize yarayabilir.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

LGBT Hareketinin İkonik Önderleri

Sinemanın Şairi: Yönetmen Krzysztof Kieslowski ve Dekaloglar