Kitapların suyunu nasıl ayıracağız dijitalin suyundan? Ağlamanın gülmenin yerini beğeneni beğenmeyeni saymanın aldığı, güzel merak çiçeğimizin büyük bir gereksizlikle solup durduğu günümüz dili içinde kendi dilimizi nasıl ayıracağız, tanıyacağız.
Endişenin, kaygının, haberlerle durmadan… Haberler nereye gider? Durmadan televizyondan sosyal medyadan… Bir müddet sonra olumsuz haberlere karşı kalkan geliştiriyor olmayalım? Düşünmemiz kesik kesik olduğu için dilimiz de böyle konudan konuya kesik kesik… Gelecek güzel. Ümit var. Bir aralık düşünmek, kendi başına şu dünyanın nasıl bir yer olduğunu anlamak isteyenlerin deprem, korona, savaş… Sürekli bombardıman altında kaldığı bu günlerde nerede olduğumuzu bulabilmek için sık sık üstten bakmaya ihtiyacımız var. Endişenin kaygının yarattığı ruhsal depremi durdurmak daha zor olabilir sonra. Bizim dışımızdaki bir dünyayı bize durmadan karanlık gösteren. Gerçek salgın bu olmasın.? Ümitsizlik…
Kime yazıyorum? Ümitsiz kişiye yazıyorum. Yaşamın kurnasında kalakalmış hiçbir sığınağı olmadığını düşünen yaralı taya yazıyorum. Güzel bir taraf her zaman vardır. Hiçbir sonuca götürmese de mücadelenin kendisi güzeldir çünkü devinimdir. Ruhsal yengidir. Zamanı zamana teslim, hatıraya saygıdır. Hiçbir şey değişmiyor gibi gözükse de boşu boşuna gibi gözükse de toplumsal alandan bakmak her zaman kendi küçük kurnamızdan çıkıp yenilenmiş gözlerle kendimize de dışarıdan bakma olanağı sağlar. İnsan insanla insanlaşır.
Bir yandan söylediklerimin gerçekliğine yazarken inandıkça bir yandan da tüm bu yazdıklarım bir dil yoklaması. Acaba kaybolmuş muyum? Acaba yazımın başında bahsettiğim digital dile aşırı maruz kalmak yüzünden dilimi yitirmiş miyim? Dil kimliktir çünkü. Sığınaktır, eylemdir. Olabildiğimizin sonucu ve olagelecek olanın anahtarıdır. Ele akan beyindir dil. Hayalin tüllerini aralayan mantığın pıtraklarından o tülü temizleyen… Kaybolmamışım gibi görünüyor. En azından geri dönüp yazdıklarımı okumaya tahammül edebiliyorum.
Basılı yayın dünyasında da sözünü ettiğim dil bozulması söz konusu. Gazetelerin kitap eklerinde keyifli bir düşünce ya da kitap tanıtım köşesine rastlamakta güçlük çekiyorum. Tesadüfen keşfettiğim yazarlar olmasa oradaki tanıtımların katkısı az. Bu biraz da artık sosyal medyaları hepimizin kendi kendimizin reklamcısıymışız gibi kullanmamızdan kaynaklanıyor. Giderek iyi bir eleştiri yazısı okumaktan ümidimizi kestiğimiz için zaten satılabilir olunması için doldurulmuş bir sütün gibi geliyor kitap eklerindeki bu köşeler de… Böyle böyle vardığım yer şu: Büyücünün Kızı diye bir kitapla karşılaştım. Kedilerin Dili diğer kitabı yazarın. Masalsı öyküler. Spencer Holst yazarı. Her iki kitaptaki öyküler rahat yazarının rahat anlatımıyla dikkat çekiyor. Yazarken eğlenenleri ya da eğlenmek için yazanları seviyorum. Bukowski gibi. Mark Twain gibi. Okuyucusunun güldüğü yerlerde yazarının da güldüğünü hissettiğim yazarlar. Büyücünün Kızı, şu cümleyle başlıyor: “Sarmaşıkların arasından bir kavun yuvarlandı…” ve öykünün sonunda bir kavuna dönüşmüş olduğunu anladığımız kız için söylenen şu cümleyle bitiyor; “çünkü gerçek bir büyücü asla nam salmamalıdır”
Büyücünün Kızı, akbabaların kaçırdığı ünlü bir İnka büyücüsünün kızının hikâyesi… “ Kız orada büyümüştü. Hiçbir şey öğrenmeden tek kelime bile duymadan. Akbabalar gün be gün yuvalarına uğrayıp ona et getiriyordu ama bu yırtıcı hayvanlar pek de paylaşımcı değildi. Bunun yerine kıza hayat boyu sürecek çiy et korkusu aşıladılar; kız ne zaman ete yaklaşsa onu devasa gagalarıyla keskin bir şekilde gagalıyorlardı. Bu küçük yabancı da kendini korumak zorunda kalıyordu. Bitki kökleri, meyve, kavun ve tohum yiyen kız sonunda yaşlandı; o kadar sağlıklı beslenmişti ki dünyanın en yaşlı vejetaryeni oldu. Tam yüz otuz yedi yaşına basmıştı. tek bir insan yüzü görmeden akbabaların bakımını üstlenerek ve onların uçup gidişini izleyerek tüm yaşamını geçirdi.” Koca bir hayatı bir kavunun yuvarlanışı ile anlatmak güçlü bir öykü ile çok güzel.
Öldüğünde de yırtıcı kuşlar onu yemedi. Kuru dağ havasına rağmen cesedi mükemmel bir muhafaza içerisindeydi. … Dua eder gibi çömelmiş, oturuyor bir yarığın içinde…” Kitapta en çok sevdiğim ve yazarların ölümsüzlüğü ile aslında bir yandan da sanatçı egosuyla keyifli keyifli dalga geçen bir öykü. Hans Christian Andersen. Bir türlü ölemeyen. Ölse de dünyanın herhangi bir yerinde her masalı okunduğunda yeniden yaşamaya başlayan Andersen öykünün kahramanı. Ne istiyoruz ün mü aşk mı? Sevdiği çoktan ölmüştür ama onunla buluşabilmek için ölmesi gerekmektedir ama yazdıkları yüzünden ölümsüzdür… “O zamanlar bilmediğim bir şeyi artık biliyorum. O bana aşıktı. Bana. Bütün hayatı boyunca bana aşıktı ama beklemek zorundaydı, tıpkı ağaçtan düşmeyi bekleyen bir elma gibi. O beni bir elmanın sonbaharı sevmesi gibi sevdi. Şimdi bütün dalların gri çıplak, gri ve yerdeki tüm yaprakların kızıl renk olduğu bir masal ormanında beni bekliyor.”
Büyücünün Kızı kitabında en etkileyici gelen diğer öykü ise “Şakrak Kuşu ve Cin” öyküsü. Kendini beğenmeyip, kendini potansiyelinin üstünde şeylere zorlamanın insanı ne hale getirebileceği üzerine, kötü eğitim üzerine vs… Güçlü güzel bir öykü. “Kötü öğretmen öğrencisini kendine çevirir,” gibi bir sonuçla “…kendinle barışık olmazsan, kendini olmadık yeteneklere zorlarsan mükemmel şarkı söyleyen bir şakrak kuşu olabilirsin ama artık kendin olmazsın…” gibi bir sonuç buluşuyor… Güzel yanıysa tüm bu sonuçları hiçbir mesaj kaygısı gütmeden rahat bir dille, eşit basınçta söylüyor oluşu…
“Gerçek İtiraflarım” da yine aynı kitaptan söz etmeden geçemeyeceğim bir öykü. Yazar eser ve hayat ilişkisi konusunda mizahi bir üslupla anlatılmış güzel bir yazar olma hikâyesi.