Babamın, sürükleyerek ve söylenerek eve getirdiği koç ile kısa zamanda arkadaş olmuştum.
Burnunun ucunda ölçülü bir karalık olan koça, avucumun içinde yarma yediriyor, onu, nispeten köyün dışında olan evimizin etrafında gütmeyi çok seviyor ve sezgileri kuvvetli hayvanın sürekli benim peşimden gelmesini insanlık adına bir üstünlük olarak görüyordum.
Kurban Bayramı yaklaştıkça koçu kaybetmekten korkuyordum. Biricik arkadaşımın ahır duvarını tatlı tatlı boynuzlamasını duymadan kalabalık akşam yemeklerine oturmak istemiyordum.
Tam o günlerde, bireysel yaşamımızda olağandışı bir aksilik yaşandı. Bir gün, koçun ipini koparıp evden kaçtığını öğrendik.
Oysa öğlen sıcağında kendime gölge bir yer bulmuş, orada boylu boyunca yatıyordum. Gürültüye, bağırıp çağırmaya uyandım. Daha başka, insana özgü bir üzüntü var sanmıştım.
Babama haber gelmişti. Felaket tellalı bazı insanlar, “Sizin kurbanlık koç, yaylaya doğru gidiyordu, yakalamaya çalıştık, çakozlayıp erken davrandı,” demişlerdi. “Kim bilir nereye gitti, bulunmaz artık,” diyerek olayın vahametini kendilerince belirtmişlerdi.
Babam her zamanki tavrına bürünmüştü. Sorun yapılacak mühim şeylerde susup kayıtsız kalır ama önemsiz, en azından çaresine bakılacak konularda ise bir kaşık suda fırtınalar koparırdı. Babam kadar psikolojisine şaşırdığım, hareketlerine anlam veremediğim bir insan yeryüzünde az bulunurdu.
Babam yine yapacağını yapmış, bütün mahalleyi ve sülaleyi ayağa kaldırmıştı. Çünkü piyasaya göre pahalıya aldığı kurbanlığı kaybolmuştu, daha büyük dert ne olabilirdi? Bu nedenle kimse gülmemeli, hanesinde yan gelip istirahat etmemeli, herkes canhıraş yardıma koşmalıydı.
Cami hoparlöründen köye ilan verdiriyor, koçun geçiş güzergâhlarına, kaçak hayvan yakalamalarıyla ünlü adamlar salıyor, meseleyi tetkik etmek için evin önüne gelen meraklılarla da fikir alış verişinde bulunuyordu.
Ben kargaşadan yararlanıp okulun önüne futbol oynamaya gitmiştim. Akşam ezanına doğru, tam da maçın kızıştığı sırada, derhal evden çağrıldım. Cenaze çıkmış gibi kederlenmiş evimizin önüne vardığımda, Bahtiyar amcam ile birlikte bize de bir istikamet verildiğini öğrendim.
Zamanında, kazandığı öğretmen okuluna ekonomik sebeplerden ötürü gönderilmemiş Bahtiyar amcam, koç takibi görevinden hiç hoşlanmamıştı. Fakat işin içinde, ihtiyacı olduğunda kardeşine yardım etmemekle anılmak gibi düşük bir davranış bulunduğundan itiraz edememişti.
Yanımıza bir miktar azık alıp hareketlendik. Hava iyiden iyiye kararıyordu. Yanımda amcam olsa da ishak kuşlarının gulugulularından, porsukların yakınlarımızda homurdanmalarından, uzaklarda tok tok havlayan çoban köpeklerinden ve gecenin kendine has böceklerinden ürküyordum.
El fenerini incirlik aralarına, kestane bahçelerine, ulu badem ağaçlarının diplerine, mazı öbeklerine tutuyor, sakızlıkların ve kanyaşılarının arasında, kendi başına otlayan koçumuzu arıyorduk.
İkimizde bir mucize olmasını elbette beklemiyorduk, çünkü başına geleceği içgüdüleriyle anlayan koçun, Allah bilir şimdi hangi cehennemde olduğunu az çok hissediyorduk.
Amcam olayların üstünde ciddiyetle duran bir insan değildi. Daha yolun başında bana konuyla alakası olmayan ucuz veya muazzam öyküler anlatıyor, kimi zaman bizi ilgilendirmeyen komik dedikodulara itinayla gülmediğimde bana şaşkınlıkla bakıyordu.
Vakti zamanında köyde bakır kazan çalınırmış, caminin yanında bir evden, kazan çalanlara kurşun atılmış bir gece. Çalma işi o kadar ileriye gitmiş ki bir şebeke, ölenlerin altın dişlerini bile söküyormuş. Bu sebepten, altın dişleriyle ölenlerin mezarlarının başında, birkaç ay nöbet beklenirmiş.
Bir devrin cesur efelerinin, namlı zeybeklerinin kelle koltukta arşınladıkları ıssız yerlerde, iki masal kahramanı gibiydik.
Israrla bizi takip eden rüzgârla yaprakları hışırdayan büyük meşe ağaçları devlere dönüşüyor, el fenerinin ışık oyunlarıyla birbirine karışan gölgelerimiz birkaç kollu ejderha oluyor, tünediği yerden ürküp kaçan atmacalar, çobanaldatanlar felaketi çağıran cadı karılarına dönüşüyordu.
Amcama belli etmemeye çalışsam da iliklerime kadar korku ve telâş içindeydim. Beni araziye gönderenlere ağzıma geleni söylüyor, amcamdan uzaklaşmamaya özen gösteriyordum.
Bir ara adam ufak su dökecek olduğunda bile farkına varamamıştım da amcam, “Az ötede dur!” diyerek beni uyarmak zorunda kalmıştı.
Uzun uzun işeyen, sapa bir yerde karşımıza çıkan küflü bir çeşmeden elini yüzünü yıkayan, yanımıza aldığımız bazlama, peynir ile karnını doyurup suyunu içen amcam daha da keyiflenmişti.
Keyifle sigarasını savururken, bana sülalenin dramatize hastane maceralarını veya incir, kestane tüccarlarından vaktinden önce borç para alma anılarını anlatıyor, altı nüfusluk kardeşlerinin karakterlerinden ayrı ayrı bahsediyor, kırklı yaşlarda vefat etmiş amcamın sözünün eri olmasıyla birlikte muzipliğiyle de diğerlerinden ayrıldığını özlemle ifade ediyordu.
“Bir akşam annemin başı çok ağrımıştı. Bizi anneannemlere gripin almaya göndermişlerdi. Anneannemlere gideceğimizi duyan rahmetli ağabeyim, kafasına büllendiği beyaz bir örtüyle kayalı yolda bizi beklemiş, yabani incirin yanında önümüzden bağırarak çıkıvermişti. Ben sıvıştım ama baban kaçayım derken yüzünü, bir tarafı kırık tuğlaya çarptı da çenesindeki derin iz o zaman oluştu. Büyük amcan, dedenden dayak yemekten korktuğu için, bu hadiseyi seneler sonra ortaya çıkarmıştı. Baban ne kadar kılkuyruksa büyük amcan da o kadar mukallit ve kendinden emin bir adamdı.”
Amcam, anlatısını bitirince hatıralarla gerçekler yer değiştirdi, ben daha çok ürperti duydum.
Ahlât ağaçları, kelleşmiş muşmulalar, pırnal çalıları, bir tarafının üstüne yatmış pelitler ve kalın belli melengiçler, kirpiklerimin önünde kırçıllı çarşaflara dolanıyor, ardından büyük amcamın boylu boslu siluetine bürünüyor, en sonunda da gereksiz bir konuda bağırıp çağıran, yüzü kanlar içinde babam oluyordu.
Bastığım yeri görmesem de ayaklandık, atlarla, arabalarla zor gezilecek bağlarda bahçelerde dolandık, nemrutluğu tutup mahsulden önce para vermeyen bir tüccara ilenerek boş arazileri taradık.
Sürülmemiş, kuru ot içindeki zeytinliklere indik, sakallı ve boynuzlu şahmaran yılanların yaşadığı böğürtlenli, sulak derelere çekinerek baktık, şeytanlı olduğu dilden dile dolaşan inlere mecburen girdik lakin bizim koça hiçbir yerde rastlamadık.
Dünya ile bağlantımın kopup ayakta uyuduğumu anlayan ve cinlerle kurbağaların oynaştığı bir dere yatağında, eğrelti otlarının arasına yuvarlanıp kalmamdan endişe eden amcam, “Bir uçurumdan düşmeden dönelim. Koçu bulalım derken seni yitireceğiz, babanın bundan haberi yok tabii,” dedi.
“El fenerlerimizin pilleri de azaldı zaten. Yakarcalar desen, canıma okudu. Yeter be!”
Sabaha karşı, sokaklarında hayaletlerin özgürce gezindiği, su perilerinin çeşme başlarında düğün yaptıkları ve sokak lambalarıyla aydınlatılmış alanları hırçın yarasaların işgaline uğramış köyümüzdeydik.
Yakınlarda dolanan bir tilkiye öfkelenmiş mahalle köpekleri bana saldırmasın diye amcam beni eve bıraktı. Yokluğumuzda, koçun başkası tarafından bulunup bulunmadığına bakmak için ahıra gitti. Geviş getiren kahverengi ineklerin ve ısırgan bir eşeğin ötesinde gözleri ışıldayan koç yoktu.
Hep şakacı yönünü gördüğüm amcam gecenin karanlığında kallavi bir küfür savurdu. Bundan babamın alıklığı, koçu neden sağlam bağlamadığı ve hep ayarsız iş yapması da nasibini aldı.
Yalnız, bu işin içinde bir bit yeniği vardı. Birisi koçu bilerek çözmüş olmalıydı ya da çalmaya çalışıp elinden kaçırmıştı ancak kimdi, iyi araştırılmalıydı? Bu gece o kadar sıkıntı çeken Bahtiyar amcam ne yapar eder vakayı aydınlatırdı ama vakti saati vardı.
Ben sanrılar içinde, sıcaktan bunalmış betonarme eve giriş yaptım, kimseyi uyandırmadan bulduğum yere kıvrıldım. Üzerinde olduğum kırmızılı halının sakalları bir çalı süpürgesi gibi yüzüme batıyordu, aldırmadım.
Kaya düşe geçtiğimiz koyakları, dört tarafı yosun tutmuş devasa kayaları, gördüğüme sevindiğim karadut ağaçlarını ve bulut gibi mahsule durmuş üzüm bağlarını tekrar tekrar düşünerek, bir yandan da ertesi gün okulun olup olmadığını merak ederek uykuya daldım.
Rüyamda sihirli bir seccade üstünde, Aydın’ın denize paralel uzanan dağlarını heyecanla dolaşıyor, başka bir yerde yana yakıla beni özlediğini bildiğim koçumuzu arıyor ama kafası karışık birisi olarak kirli bir hizmet yapıyormuşum gibi de pişman oluyordum.
Yataktan kalkmadan sucuk ter içinde bırakan güneş kendisini gösterdi. O gün de hiçbir popüler çobandan olumlu yanıt çıkmadı, sürülerinde yabancı bir koç olduğu duyurusu sevinçle tarafımıza ulaşmadı, dağları taşları ters getiren iz sürücüler de elleri boş döndü.
Civar muhtarlıklara haber salınmıştı, onların meralarında yalnız bir koça rastlanmadığı da hoyratça bildirildi. Şok ve kırgınlık içindeydik. Yer yarılmıştı, burnu akıtmalı koçumuz içine girmişti.
Kurban Bayramı geldi çattı, babam alelacele yeni bir kurbanlık alıp kesti. Moralsiz olduğumuz için bayramlaşmaya gelenlere de doğru dürüst odaklanamadık. Herkesin aklı diğer koçtaydı, mevzu bizim için hayat memat meselesiydi.
Köy kahvelerinde, kalabalık düğünlerde, hayır mevlitlerinde yine bizim koç tartışılıyordu. Her kafadan bir ses çıkıyor, en olmayacak savlar basbayağı taraftar buluyordu.
Hangi kovuğa saklanmış, suçunun affedilmesini bekleyen yaramaz bir çocuk gibi kendisini bunca zaman nasıl gizlemiş olabilirdi? Yoksa kurtlar, ayılar mı yemişti? Köyümüzün etrafındaki ormanlarda, koçları gözlerine kestirecek yırtıcılar yaşıyor muydu?
Bu sohbetler, akıl yürütmeler aylarca sürdü. Sonra yavaş yavaş her şey normale döndü, zaman hünerini gösterdiği için başına ödül konmuş koçun sözü edilmez oldu. İnsanlar başka âlemlere, hikâyelere, rivayetlere, meselelere, cenaze veya doğum haberlerine daldı.
Ben ailemden gizli onu çok aradım. Herkes pazara ya da Cuma namazına gittiğinde fırsatı ganimet bilip o çevrede ayak basmadık yer bırakmadım. Kimi zaman, pişmanlık içinde gücüm tükendi, bir sapakta durdum, salya sümük ağlayarak koçumuzun gelip beni bulmasını bekledim.
Yüzünü, gözlerini yavaştan unutmaya başlamıştım, bu yüzden kendimi suçlar olmuştum.
Bir gün dalgın dalgın okuldan geldiğimde, yünü kabarmış ve iyice semirmiş koçumuzun, evin avlusunda, zeytin ağacına bağlı olduğunu gördüm. Hayretle bağırıp çantamı bir kenara atarak koşup arkadaşıma sarıldım, hıçkırarak onu bağrıma bastım.
Biz hasret giderirken, koç görecek gözü olmayan, sıtkı sıyrılmış babam hiç oralı değildi.
Kaçak koç, aylarca Kovboy Sermet’in kalabalık sürüsünün içinde yaşamış, fark edilince de kaçıp evine gelmişti. Kovboy Sermet, koçu bizzat yakalayamadığı için babamın taahhüt ettiği ödülden mahrum kalmıştı. Malumat vermek için geldiği bizim evin önünden söve saya ayrılmıştı.
İşte, o zaman tuhaf bir şey oldu. Ne zamandır bu hayvanın kendisini dünyadan soyutlamasını dert edinen, çapraz sorgularla fikir yürütüp hararetli iddialara tutuşan köy halkından kimse eve dönen koçu görmeye, bize gelmemiş, onun bulunmasıyla gerektiği kadar ilgilenmemişti.
Bir sünnet cemiyeti öncesi bir koç daha köyden kaçmıştı, onu aramak için insanlar gruplar oluşturmuşlar, teçhizatlı bir şekilde yola çıkmaya hazırlanıyorlardı. O koçun başında da ödül vardı.
Arkadaşım sağ salim bulunduğu için mutluluk içinde okulun önüne, futbol oynamaya giderken, yolda Bahtiyar amcam ile karşılaştım ve yaşanan gelişmelerden ona coşkuyla bahsettim.
Amcam, bir Maltepe sigarası yakmak için gömlek cebine uzanırken, “Nasıl da hem yazıyor, hem oynuyorsun. Hem inanıyor, hem de inandırıyorsun,” dedi, bilge bir masal kahramanı tavrıyla.
“Sen, büyük amcana çekmişsin anlaşılan. Sende de her türlü oyun var.”
Okkalı bir tokat yemiş gibi sersemlemiştim. Maça geç kaldığımı söyleyerek oradan uzaklaşırken, kulaklarıma kadar kızardığımı, Bahtiyar amcama göstermemeye gayret ediyordum.
Betimlemeler, akıcılık ve kurgu açısından çok çarpıcı bir öykü olmuş, finale ise bayıldım tek kelimeyle.
Kıymetli yorumunuz için çok teşekkür ederim. Final konusunda çekincelerim vardı, fark edilmesi beni mutlu etti. Sağ olun.
Fatih Bey harika olmuş tebrikler selamlar.Ali Sakar .
Çok teşekkür ederim Ali Bey, bunları sizden duymak güzel. Selamlar…
Sevgili Fatih, öykünü çok beğendim. Benim için bir öykünün güzelliği, betimlemeleri okurken gözümde beni köyüme götürüyor ve canlandırma yapıyorsam vardır. Yani aramaya çıktığınız yerleri anlatırken gözümün önüne çocukluk yollarında gittiğim, davar güttüğüm yer geldi, canlanıverdi birden o günler. Köyde yaşayan insanların çoğunlukla hoyrat oluşu imkansızlık ve zorluklarla dolu verilen yaşam mücadelesindendir. Bu yüzden biraz sinirli, çabuk parlayan ve kendi doğrularından ödün vermeyen insanlardır. Buradaki baba karakteri çok karşılaştığımız örnektir. Yöresel farklılıklardan kaynaklı doğa ile ilgili bazı betimlemeler var. Zeytinliklikleri gözümde canlandıramadım. Ama akıcı ve alıcı bir öykü. Bu güzel paylaşımın için teşekkür ediyorum.
Kıymetli katkınız için teşekkür ederim Mustafa Bey, bunları sizden duymak beni mutlu etti, çok teşekkür ederim.