in

Küçük İnsanlar, Büyük Ayrıntılar: Gogol

                                                                                                      

                     Hepimiz Gogol’ün paltosundan çıktık.

Bazı isimler vardır, onlar olmasa dünya tarihi hep eksik kalacaktır. Bu yazıda önceleri ilk “Taras Bulba” romanıyla keşfettiğim, sonraları ülkemizde Genco Erkal’ın oynadığı “Bir Delinin Hatıra Defteri” adlı oyunu izlediğim ve tabi ki de “Ölü Canlar”ını okuduğum Rus Gerçekçi Edebiyatının kurucusu Nikolay Vasilyeviç Gogol’ü anmak istedim.

Gogol, 1809’da Ukrayna’nın Mirgorod ilçesinin Soroçinski köyünde dünyaya gelir. Orta halli bir çiftlik sahibinin çocuğudur ancak ailesi diğer çiftlik sahiplerinden farklı olarak sanatla da ilgilenmektedir. Ukrayna söylenceleri ve askerliği meslek olarak seçmiş Ukraynalıların kültürü, çocukluğunda onu derinden etkilemiştir. 1831-32 yıllarında Petersburg’da yayınlanan hikayelerinde bu etkilenme rahatlıkla görülmektedir. Bu hikayeleri Dikanka Yakınlarındaki Bir Çiftlikte Akşam Toplantıları ve Mirgorod Hikayeleri’nde toplar. Bu kitaplar ona büyük bir ün kazandırır. Yazar bu hikayelerinde Ukrayna bozkırını ve askerliği meslek edinen Ukraynalıların kültürünü anlatır.

Mirgorod Hikayeleri’nde anlattığı Taras Bulba eseri, onu romantizmden koparıp gerçekçiliğe yönelten önemli bir çalışmadır. Ukrayna halklarının Polonya’ya karşı özgürlük savaşını ve askerlik geleneklerini epik bir dille anlatır. Savaş betimlemeleri zengin bir eserdir. Eserinde Rus milliyetçiliği göze çarpsa da yaşadığı çağ açısından anlaşılır bir durumdur bu. Gogol, Ukrayna’daki bozkırlara hayrandır, aynı zamanda fazlasıyla savaşçı askerlerden de övgüyle bahsetmektedir bu eserinde. Rus soyunun yücelmesini ve ilerlemesini istemektedir. Hikayede anti-semitizme ve islamofobiye de sık sık rastlanılır.

Gogol, on dokuz yaşında edebiyat ve şiirle ilgilenmek için büyük hayallerle Petersburg’a gelir. İlk başta işler pek de umduğu gibi gitmez. Küçük bir devlet dairesinde memur olarak işe başlar. Bu dönem Gogol’ün yazın serüvenine önemli bir birikim sağlar. Gogol pek çok hikayesinde kastlaşmış devlet bürokrasisini çok ince bir dille yerer. Küçük memurların, küçük insanların hayatlarını anlatmaya başlar. Artık Puşkin sahnededir. Puşkin’in çıkarttığı dergide ilk öyküsünü yayımlatan Gogol üstadı için ‘Puşkin olağanüstü bir olaydır’ cümlesini kurar ve onun etkisi altına girer. Bu gerçekçi eleştirel eserleri, onun hiciv yeteneğini Puşkin’in fark etmesini ve Puşkin’in onu cesaretlendirdiğini de anlattıklarından biliyoruz. Puşkin’in onu koruması, ona yönelen eleştirilere karşı kalkan görevi görmüştür.

Gogol sürgünde yaşadığı dönemde Puşkin’in ölüm haberini alır. Puşkin’in 1837’deki ölümü onu derinden sarsar. Bir arkadaşına yazdığı mektupta ‘Onun ölümüyle yaşama sevincimi tamamen yitirdim, onun fikrini almadan hiçbir şey yapamıyordum, onu yanımda hayal etmeden tek bir satır bile yazamıyordum, o ne der? Neye dikkat eder? Neye güler? Neyi beğenir? Beni yazmaya teşvik eden şeyler bunlardı. Kaç kez kalemi elime almayı denedim ama kalem elimden düştü. Anlatılmaz bir keder bu’ der. Buradan yoğun bir Puşkin etkisi altında olduğunu ve belki de artık yazamayacağını düşünsek de Puşkin’in ölümünün ardından önce Palto’yu, sonra da Ölü Canlar’ı yayımlar.

Onun eserleri için, “gözyaşları arasında beliren gülücükler” yorumu yapılır. Nitekim Dostoyevski, Gogol’ün küçük insanların trajedilerini büyük ayrıntılarla işlemesine işaret eder ve devamında Rus gerçekçi akımı için “Hepimiz Gogol’ün Palto’sundan çıktık” der. Gogol’ün eserlerinde kahramanlar  ideal değildir, gerçek hayatın içinden çıkıp gelmiştir. Belinski ise, “Gogol bize bayağı insanları göstermez, insanı gösterir yalnızca; allayıp pullamadan, idealleştirmeden; nasılsa öyle” şeklinde konuşur. Dostoyevski’nin yanı sıra, Tolstoy, Çehov ve Gorki’de de Gogol’ün izleri görülür. Gogol, “Yüzünüz çarpıksa aynaya kızmayın; o, her şeyi olduğu gibi gösterir” diyerek, eleştirel gerçekçi edebiyata bakışını özetler.

Yazar 1836’da Puşkin’in çıkardığı Sommovernik Dergisinde ”Burun” ve “Fayton” hikayelerini yayınlar. Gerçeküstü bir konusu olan Burun’da bir berber, sabah ekmeğinin arasında bir müşterisinin burnunu bulur. Müşterisi ise küçük bir memur olan Kovalin’dir. Gogol, Kovalin aracılığıyla küçük memurların dünyasını bize aktarır. Sabah burnunu yerinde bulamadığı için çok üzülen Kovalin, sürekli tanıdığı “yüksek insanları” sayıklar, burunsuz onların karşısına çıkamayacağından, bu yüzden kaçıracağı pek kazançlı bir evlilik fırsatından bahseder durur. Kovalin yüksek sınıflara hayrandır ve sınıf atlama hayalleri kurar. Kovalin burnunu ararken ister istemez bürokrasiyle de pürüzler yaşar. Yazar, hikayede insanlardaki batıl inançlara duyduğu tepkiyi ise şu cümlelerle dile getirir. “Öte yandan da, düşünen, aklı başında insanlardan küçük bir kalabalık pek hoşnut görünmüyordu. Bir efendi, öfkeli öfkeli, bu uygarlık yüzyılında, bu türlü saçmaların, bu anlamsız uydurmaların yayılmasına, hükümetin bu konudaki ilgisizliğine şaşırıyordu.” ( Burada bir es vereyim okur!… –  Ne kadar da içinde yaşadığımız topluma benziyoruz değil mi, hele ki halk sağlığı sorununa dönüşmüş alternatif tıp kongrelerinin düzenlendiği şu sıralar…)

1835’te yayınlanan “Bir Delinin Hatıra Defteri” de küçük memurların halet-i ruhiyesini anlatır. Bir memurun haksızlıklarla dolu dünyasının anlatıldığı bu uzun öyküde de Aksenti İvanoviç’in aşık olduğu soylu kızın başkasıyla evleneceğini öğrenişini ve yavaş yavaş delirişini anlatır. Basit, yalın ve gündelik bir dil kullanarak yine Rus geleneğini kıran Gogol bu kez haksızlıklarla dolu adaletsiz dünyayı bir delinin ağzından anlatır. Alt tabakadan bir memur olmasına duyduğu tepki onu delirtir. Sonunda akıl hastanesine kapatılan İvanoviç bir gazetede İspanya Kralı’nın kayıp olduğunu öğrenir ve kendisinin İspanya Kralı olduğuna karar verir, 8.Ferdinand diye imza atmaya başlar.  Kendisini İspanya kralı zannettiği için de akıl hastanesi İspanya’ya, orada yatan insanlar da İspanyol halkına dönüşür. Burun ve Müfettiş gibi diğer öykülerinde de benzer gariplikler ve absürtlükler gözlenir. Gogol, manik depresif psikoz hastalığından muzdarip olduğu için manik durumdayken müthiş enerjik olmakta ve bunu metinlerine yansıtmakta ama depresif olduğu durumlarda da dünya onun için kararmaktaydı. Hangi eserini hastalığının hangi döneminde verdiği ise çok net gözlemlenebilir. Bu hikaye dünyanın en eski ve en kapsamlı şizofreni tanımını içeren hikaye olarak kabul edilir.

1836’da sahnelenen “Müfettiş” oyunu, hiciv sanatının önemli bir örneğini sunar. Bürokrasiyle alay eden yazar, dikkatleri üzerine çeker. Eleştirilerden ve baskılardan yılan, Sibirya sürgünüyle tehdit edilen Gogol, alelacele Rusya’yı terk eder.  Böylece kısa süreli giriş- çıkışlarla uzun bir gönüllü-zorunlu sürgün başlamış olur.

1842 yılı yazar için verimli bir yıl olur. İki önemli eserinden “Ölü Canlar”ın birinci cildini ve uzun hikayesi “Palto”yu yayınlar. 3 cilt olarak tasarlanan “Ölü Canlar”ın ilk cildi, Rus toplumunun eleştirisidir.

“Ölü Canlar”ın girişinde ‘Ey okur, bu romanı Rus insanın eksiklerini, ayıplarını göstermek için yazdım; üstünlüklerini ve erdemleri göstermek için değil’ der.  Kitapta, “biz Ruslar şöyle bir milletiz” cümleleri eksik olmaz. Zaten Gogol eserlerinde onun anlatıcı, bizim dinleyici olduğumuzu unutturmaz. Hikayesini anlatıp kenara çekilenlerden değildir. Arada lafa karışır.

Rus aristokrasisinin lüks mallara düşkün olduğu bir dönemde açlıktan ve sefaletten ölen köylüleri anlattığı “Ölü Canlar” adlı eserinde kahramanımız Çiçikov, prestij sağlamak için toprak beylerinin kayıtlarda hala canlı görünen ölmüş köylülerini, yani “ölü canlar”ı toplamakta, çiftlikleri gezerek ‘ölü canlar’ satın almaktadır. Yasal bir boşluktan faydalanarak köşeyi dönmeye çalışan Çiçikov çiftlikleri gezerek ölü canlar üzerinden sıkı pazarlıklar yapmaya başlar. Romanda ince bir yergi ve mizahi bir anlatış vardır. Ölü Canlar, Rus yazın tarihindeki ilk destansı roman kabul edilir. Rusya’yı gezer, pek çok toprak sahibiyle ve üst düzey bürokratla tanışır. Gogol bu karakterler üzerinden çürüyen sistemin gerçekçi bir eleştirisini sunar. Romanda feodalizme ve bürokrasiye yönelik eleştiriler vardır. Toprak sahiplerini ve memurları genellikle hırslı kişiler olarak tasvir eder. Memurlar rüşvetsiz iş yapmaz, toprak sahipleri ise kumarbaz ve bencildir. Rus okurlara ve çağdaşı yazarlara da çatar. Çağdaşı yazarlar gibi aristokratları, yüksek tabakayı değil, toplumsal gerçekleri eserlerinde işlediği için ağır eleştiriler alan Gogol, eserini beğenmeyenlerden, “Acaba bende de Çiçikov’dan bir parçacık yok mu?” sorusunu sormalarını ister. “Yazdıklarıyla bizi dışarıya rezil ediyor” diye yaygara koparan sözde vatanseverleri mahkum eder. Başkalarının sırtından geçinerek rahat bir yaşam sürenlerin vatanseverliklerini samimi bulmaz. Yaşadığı çağ ve dolayısıyla eserleri, feodalizmden kapitalizme geçişin izlerini taşır. Yazar Rusya’daki toprak beylerinin gelişen kapitalizme karşı duydukları öfkeyi de aktarır. Aristokrasi her yerde olduğu gibi Rusya’da da, yani üretim tarzına direnç göstermektedir. (Burada bir es daha verelim ey okur!… Bizde de hasta garantisi veren büyük mü büyük hastaneler, geçiş garantisi verilen devasa maliyetli otoyollar, şimdi olmasa bile belki ileride mahkum garantisi veren cezaevleri… Günümüze ne kadar da benziyor değil mi?)

Bir gün matbaadakilerin kahkahalarını duyan bir eleştirmen kapıyı açar ve içeri girer, matbaadakilere neye güldüklerini sorar. ‘Bu adam o kadar komik, o kadar eğlenceli yazıyor ki…’ cevabını alır. Belki de Puşkin’in Gogol’ü desteklemekte ne kadar haklı olduğunun da cevabıdır bu onu anlayanlar açısından.

Yazarın bir diğer önemli hikayesi ise Palto’dur. Akaki Akakiyeviç adlı, çalışmaktan zevk alan, dürüst, mütevazi bir memurun yeni bir paltoya duyduğu ihtiyaç, memurların yaşam koşulları hakkında önemli veriler sunar. Akakiyeviç bu kadar çalışkan olmasına rağmen pek yükselememiştir, çünkü rütbeler çalışmaya göre verilmemektedir. 50’li yaşlarındaki bir memurun yeni bir palto yaptırması için yarı aç, yarı tok yaşayarak para biriktirmesi gerekir. Fakat paltosuyla geçirdiği ilk günün sonunda palto çalınır. Akaki Akakiyeviç yıkılır. Paltosunu ararken başına gelenler, çürümüş çarlık rejiminin esaslı bir teşhiridir. Karakolda kimse onu umursamaz. Yardımını istediği yüksek dereceli bir memur ise onu aşağılar, hakaretler yağdırır. Tüm bunlara dayanamayan Akakiyeviç ateşler içerisinde sayıklayarak yaşamını yitirir. Bu hikayesiyle Gogol acımasız, gayri insani Rus bürokrasisini topa tutar. Ateşler içinde sayıklayarak ölen sadece Akakiyeviç değildir, aslında insanlığın kendisidir. Hikaye Akakiyeviç’in hayalet olarak dönmesini ve kendisini aşağılayan yüksek rütbeli memurun paltosunu almasıyla sona erer.

Gogol, Akakiyeviç’e paltosunu giydirir ve onu Petersburg sokaklarına salıverir. Palto, Rus toplumunun dışladığı insanın manifestosu olmuş ve ‘küçük insan’ doğmuştur. Küçük insanın doğuşu da edebiyatı ortalama insanın yaşamsal düzlemine çekmiştir. Daha önce konu edilmemiş, hep göz ardı edilmiş bir Rus memurunun gelip baş tacı olmasıyla birlikte tüm eleştirileri de üzerine çekmeye başlamıştır. Gogol kendi de bir dönem memurluk yaptığı için memuriyette bulunan insanları çok iyi gözlemlemiş ve kendi hakkını arayamayan bir memurla dalga geçen üsleri betimlemeleriyle yerden yere vurmuştur.

Bir Gogol hastası olan Nabokov ise şöyle der; Gerçek Gogol bir tek Palto’da saklıdır.

Palto öyküsü öyle ses getirmiştir ki… Tam altı yıl sonra bilinen ilk komünist bildirgesini hazırlayan Karl Marx ‘Komünist Manifesto’ suna şöyle başlar: Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor- Komünizm hayaleti.

Ayrıca “Palto” hikayesinin okuma tiyatrosunun linkini aşağıya bırakayım da, sadece bu hikayeyi değil birçok hikayesini de belki dinleyenleriniz olur.

Gogol ayrıca oyunlar da yazmıştır. Bunlar genelde kısa, tek perdelik oyunlardır. Gogol’ün kendi yazdığı oyunların dışında bazı hikayeleri de oyunlaştırılmıştır. “Palto”, “Bir Delinin Hatıra Defteri” bunlardan bazılarıdır. En bilinenlerden bir diğeri de Müfettiş oyunudur.”

Gogol üretkenliğine ve yeteneğine göre çok az eser bıraktı. Hayatının sonunda dine yöneldi, daha önce yerdiği kiliseyi övmeye başladı. Arınma amaçlı gittiği kutsal topraklardan gerici bir rahibin etkisiyle hastalığı daha da ilerlemiş bir şekilde döner ve şeytanın ruhunu ele geçirip ona Ölü Canlar’ı yazdırdığı düşüncesiyle ikinci cildin tüm el yazmalarını yakar. Üçüncü cilt hiç yazılmadı. Yaktıktan sonra yattığı açlık orucunun dokuzuncu gününde sayıklayarak ölür. Son sözleri ise, “Bir merdiven,  çabuk bir merdiven getirin” oldu.

Gogol belki de benim, sizin, hepimizin hikayesini anlattı. Sosyalizmin henüz doğmadığı yıllarda yaşadığı için kahramanlarının değiştirme gücünü göremedi. En azından alt tabakadan insanların hikayelerini anlatmayı görev bildi. Ezenlere, sömürenlere kin besledi. Belki bir diğer önemli Rus yazar Çernişevski’de olduğu gibi kahramanlarını ideal tip olarak yaratmadı ama insanlığa o küçük insanın dünyasını çok güzel izah etti, yani bizi bize anlattı.

Şüphesiz ki Rus edebiyatı denince akla ilk gelen isimler çoktur ama Gogol’u anmadan geçilen her Rus edebiyatı anlatısı, değil sadece Rus edebiyatı için, dünya edebiyatı için dahi bir ayağı eksik kalacaktır. Gogol’den etkilendiğini bildiğimiz yazarlardan Dostoyevski yazdıkça çığ gibi büyüdü, Tolstoy yeni destanlar yazdı, Çehov gündelik hayatın karmaşasını anlattı. Bu yazarların hepsi özgün eserler bıraksa da insanlığın ortak tarihi ve birikimine dair tüm bu anlatıda şunu unutmamalıyız, hikaye Gogol’le tamamlandı.

Kaynak: Sanat ve Hayat dergisi, 38.sayı, Zehra Ekinci

Gogol ve Rus Edebiyatı üzerine, İrem Uzunhasanoğlu

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Bertold Brecht: Kapitalizme Karşı Olmadan Faşizme Karşı Olunamaz

Amsterdam’ın Bisiklet Başkenti Oluşunun Kısa Öyküsü