in

Koza İçinde İpek Böceği Ya Da Ömer Kavur “Gece Yolculuğu”

“Ne zamandan beri buradayım? Sanki her şey askıya alınmış gibi…”
“Ne zamana kadar kaçacaksın. Korku senin içindeyse… Korkunla yüzleşmekten, gerçeklerden kaçıyorsun…”

Terk edilmiş bir köy (Kayaköy) ruhun terk ettiği ölmüş bir beden gibi. Kendini başkalarıyla iletişime kapatmış yönetmenin kendisi gibi. Kırgın. Yaralı.

Film aynı zamanda sanatın arz talep çarklarında boğuluşunu anlatıyor. Bu kendi duyumsadıklarını çekmeye engel. Sanatçının yalnızlığı… Bu dünyanın en büyük derdi, kendi olmaya çalışanla… Eğer azıcık kategorinin dışına çıkmışsanız soru işaretisiniz. Oysa sanattan hep bize başka bir şey anlatmasını beklemiyor muyuz? Hep aynı şeyleri yapıyorlar diye yaka silkmiyor muyuz? Öyleyse bu başkayı yaratacak olanın, kendisi olmasına niçin izin vermiyoruz? Ortada senaryo olmayabilir. Ortada sadece senaristin, yönetmenin sözü olabilir; “ evet yapmak istiyorum.” Bir film çekmeye heves etmiş olması… Bu koşulu sağlayacak şey bütçe. Gezip dolaşıp hissetmesine yaşamasına izin vermek. “Haydi haydi…” ile acele ile olacak iş değil. “Sen git, ben burada kalmak istiyorum” diyen Gece Yolculuğu’nun Ali’si mekânı hissetmek istiyor. Orada bütün bezgin algılarını yenileyen, iç yolculuğunun evini görüyor… Mekânı yaşamak istiyor. Orada birkaç gün kalmadan ışığı göremezsin. Oraya özgü olanakları keşfedemezsin. Senin mekânla ilişki kurduğun kadar mekânın da seninle ilişki kurması lazım. Bunları gözeten yapımcılar olmadığı için süre giden bir yalnızlık içinde algıları, duyuşları, sanatsal yetenekleri üst düzeyken, eve kapanmak zorunda kalan birçok sinema sanatçısı var… Bugün cep telefonları ile bile filmler çekilebiliyor. O dönemlerde yaşanan birçok sorun belki o kadar derin yaşanmıyor. Ama yine de sanatçının kendi potansiyelini, konumunu görebileceği alt yapı desteklense çok nitelikli işler çıkabilir.

“Artık bize seçenek işlemez” diyor Gece Yolculuğu’ndaki senarist Yavuz. En vahim olan bu. Artık neyi seçerse seçsin fark etmeyeceği bir noktaya gelmiş olmak. Başkaları ne der diye yaşaya yaşaya, kabuk olarak yaşaya yaşaya bir gün kapını kapatıp yalnız kalmak istediğinde bir kabukla karşılaşman… Yani kapının bu tarafında ya da öbür tarafında olmanın fark etmemesi… Hatta kapı olman. Bir yer bile değil… İşte Ali’nin karşı çıktığı durum bu idi. Her ne olursa olsun iç olmayı, kendin olmayı koruyabilmek. İnsan bir sandalye bacağı değildir; sandalyeler oturmaya yaramaya devam etsin diye… İnsan duygulardan ve düşüncelerden yapılmıştır daha çok. Gece Yolculuğu bunu en güzel anlatan filmlerden biri…

Ali kardeşinin ölümünden sonra yaşadığı yas ile kendi içine kapanmış melankolik bir karakter… Kierkegaard, “anilik”* diye bir kavramdan söz ediyor. Bir tür şeytani suskunluk… Aklı başka yerde olan, yüksek konsantrasyon gücüyle, düşüncelerinin gücü ile şimdiki zamanı, şimdiki mekanı terk edebilen kişi, onu tanıyanlar dışındaki kişilerce yanlış anlaşılır. Suskunluğun buncası, korku uyandırır. Çünkü suskunluk herkesi kendi ruhuyla baş başa bırakır. Biriyleyken yalnız hissetmek de hem üzücü hem tedirgin edicidir. Sanırım şeytani diye nitelendirdiği tarafı burası… Konuşma bir akış içerir ve hayat devam etmektedir. Suskunluk kesintiye uğratır. Ölü konuşmaz. Terk eden konuşmaz. Oysa sanatçının suskunluğu konuşan dolu bir suskunluktur. Sizin yanınızdayken onun bakışlarını meşgul eden bir ağaç yüzünden, bir ışık, bir alaşım, şimdi şu anda beliren bir sahne yüzünden orada değildir. Onu tanıyanlar için bu bir güceniklik yaratmaz. Ama yabancıları tedirgin eder. Onun korkulacak biri olmadığını fark ettiklerinde de bu kez onun için üzülmeye başlarlar. “Depresyonda, yazık, üzülme yahu bu kadar…” Aslında bu sanatçının kendi halidir. En doğal halidir. köyler kasabalar gibi zamanın daha ağır geçtiği yerler dışındaki hiç kimsenin tahammül edemediği, en gerçekçi halidir. Gece Yolculuğu sanatçının bu ikili dünyasını öyle güzel anlatmış ki; müzikle, iç seslerle, ruhun yolculuğu diyebileceğimiz kamera hareketleri ile… Aytaç Arman’ın muhteşem; duygusal yoğunluğu yansıtan oyunculuğu ile… Macit Koper ‘in muhteşem günlük adam kişisi rolü ile… Hem hisli hem bu dünyalı… Telefon kulübesi sahnesi ikisinin dünyanın ayrılığını en güzel yansıtan sahne… Bir yerde mobilya takımları ile ilgili günlük bir konuşma, diğer tarafta düşsel bir diyalog… Eylemleri ve konuşmaları azalmış. Etki gücü azalmış. flaneur bir karakter Ali. Bir mum ipiltisi gibi. İçli. Yavuz onun tam tersi. Tam da olması gerektiği gibi bu dünyanın içinde… Oyunu kurallarına göre oynamazsan kaçacak hiçbir yerinin olmadığını biliyor. Aslında onu Ali’ye yaklaştıran, arkadaş kılan, Ali’yi de anlıyor oluşu. Buna rağmen diğerlerinin tarafında, yani işlerin yürüyüşüne meyilli tarafta oluşuna rağmen…

Hakiki olan nedir? Kim gerçeğe en yakın… Başka bir algı başka bir duyuş… Çoban Yusuf koyunlarının arasında Küçük Prens’i okur.

Kasabayı gezerken rehberlik etmeleri için yanlarına iki çocuk verilir.

Küçük Prens ve çocuk oyuncular ile şimdiki zaman içindeki evrensel zaman ve şimdiki zaman içindeki geçmiş zaman çok iyi kullanılmış.

Orada Kayaköy’de yazdığı senaryonun yine o mekâna savruluşu ve senarist Yavuz tarafından deniz tarafındaki bitkilerinin, kayaların üstünden toplanması, kendi kendini doğuran filmin bu çekirdek eylemle bitmesi doğal güzellikte. Tüm hikâyeyi özetleyen bir son… Koza içinde ipek böceği gibi, kendi içinde kendini yazan bir senaryo tüm yazma eyleminin dönüştürücü gücünü hissettirir nitelikte… Yazar okuyucusunu, izleyicisini kaybetmiş gibi. Kayaköy onu ümitlendiriyor. Etkileniyor. Ama kişiliğinin toplumsal rengi diyebileceğimiz bir ümitsizliği geçmiyor… Oradan gitmiş insanların hikâyelerinin burukluğunu duyuyoruz. Kalan insanların; sinemacının, mani okuyan tansiyon ölçen adamın, mezarlıkta gezen adamın… Öğretmenin… Tam da yazarın ruhuna uygun bir mekan. Arkadaşları hayali kişiler, doğa, müzik, kitap ve çocuklar…

Çirkinliklerden ve güzelliklerden aynı derecede etkilenmeyen insan… Çirkinliklere, kötülüklere kulağımızı, gözeneklerimizi kapatırken farkında olmadan güzelliklerin, iyiliklerin de giriş çıkışını tıkıyor olmayalım? Hiçbir şeyin etkilemediği bir insan tipini, eski filmleri izleyince daha doğrusu eskimeyen filmleri izleyince daha iyi anlıyor insan… Ömer Kavur’un Gece Yolculuğu, böyle bir film.

Gece Yolculuğu’nu yeniden izlemek için en uygun zaman; “Her şey durmuş gibi. Ne zamandan beri buradayız?”

*Soren Kierkegaard, Kahkaha Benden Yana

Yazan Tersla

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Oyun Bitti

Harper Lee’nin Bülbülü Öldürmek Romanı Üzerine