in

Kırk Yıllık Muhabbet

-Hakkınızı helal ediyor musunuz?

-Helal olsun!

-Helal ediyor musunuz?

-Helal olsun!

-Helal ediyor musunuz?

-Helal olsun!

Gök, kül renkli bulutların ardında kalmış, hava olabildiğince bungun. Yağmur ha yağdı ha yağacak.  Gerilerden kadınların içleri acıtan ağıt sesleri geliyordu kulağıma. Musalla taşında üzeri yeşil örtü ile örtülmüş dört kollu. Kim olduğu hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Merakımı gidermek için şöyle başımı çevirdiğimde, yanı başımda saf tutmuş olan babamı gördüm. Kırlaşmış saçları perişan, bakışları musalla taşına odaklanmış, gözleri nemli öylece kaskatı durmaktaydı. Gözlerinde saklayamadığı hüznü içimi acıtmıştı. Benim babam, gariban babam, yılların çizgiler saldığı yüzü ve hafif kamburlaşmış beliyle ölümün karşısında el pençe vaziyetteydi. Ama kimdi bu yeşil örtünün altındaki, babamı bu denli acıya mahkûm eden? Sonra birden hava açıldı. Kül rengi bulutlar dağıldı. Güneş tüm parlaklığıyla gözlerimi kamaştırmıştı. Sağ elimi gözlerime siper etmek isterken kız kardeşimin sesini duydum:

-Ağabey!

-Ağabey…

Zor da olsa çevreme bakınmak istedim. Ama yüzlerini tanımadığım bir insan seli içinde kardeşimin yüzünü göremedim.

-Ağabey. Haydi, kalk. Kahvaltı yapıyoruz.

Gözümü açtığımda tepemde beyaz plastik tavanı gördüm. Güneş ışıkları olabildiğince parlaklığıyla pencereden odaya dolmaktaydı. Kardeşim tepemde dikilmiş sözlerini yineledi:

-Ağabey. Haydi, kahvaltı yapıyoruz.

Peltek bir mırıldanmayla ‘’ Tamam, geliyorum.’’ diyebildim. Evde yeterli oda olmadığı için oturma odasında, yer yatağında yatıyordum. Kafamı çevirdiğimde kum beji ahşap kapının aralığından, çapraz açıda mutfak görünmekteydi. Yer sofrasının etrafında: babam, annem ve babaannem oturmaktaydı. Kardeşim de mutfağa geçerek bu mütevazı sofraya dâhil oldu. Ama bu alışıldık manzaranın içinde yolunda gitmeyen bir şeyler olduğuna dair bir sezgiye kapıldım.

Gözlerimi biraz ovalayıp bakış açımı netleştirdiğimde babaannemin ağladığını gördüm. Yine aile içi bir tartışmanın olduğunu sanarak ‘’off, yine tatsız bir sabah bizi bekliyor.’’ diyerek yerimden kalktım. Mutfak kapısının sağındaki lavaboda yüzümü yıkadım. Havluyla bir güzel kurulandıktan sonra mutfağa geçtim. Ortamın kasveti biraz olsun dağılır umuduyla ’’Merhaba, benim güzel ailem!’’ diye, giriş yaptım söze. Ama babaannem sessizce ağlamaya devam ediyor, babam suskun ve kırlaşmış saçları perişan, annemin başı önde; hiçbiri tepki vermedi. Sofradaki yerime yerleştim:

-Hayırdır, neyi paylaşamadınız yine?

Kardeşim sesinde buruk bir havayla,

-Ağabey. Kahvaltı yapıp Akhisar’a gideceğiz, dedi.

Şaşırdım ama artık ciddi bir şey olduğunun farkındaydım:

-Ne oldu? Neden Akhisar’a gidiyoruz?

-Ağabey. Mehmet ağabey vefat etmiş.

Sustum. Babaannemin hıçkırıkları bir kat daha arttı. Babamın gözünden bir damla yaş süzüldü. Dayanamadım. İçimi bir acı kapladı. Başımız sağ olsun, diyebildim yutkunarak. Ve herkes sustu…

Ah be Mehmet ağabey ah be… Mehmet ağabey uzun süredir kanser ile mücadele ediyordu. Zaten en son ziyaretimizde zayıflamış adeta erimişti. Gözleri çukurlaşmış, bakışları donuklaşmıştı. Mehmet ağabey: ‘’Bırakmadım be arkadaşım şu mereti. Bak sen bıraktın, ben bırakamadım. Şimdi öleceğim. Bari şu seçimlerde oy kullanabilsem de hükümetin kurulup kurulmadığını bir görsem. Bir dahaki seçimi zaten göremeyiz.’’ demişti babama.  Babam da:  ‘’ Arkadaş hemen ne meraklısın ölmeye, hemen bırakma kendini. Bu hastalığın en iyi ilacı moraldir. Daha torun göreceksin sen’’ demişti. Kendisinin bile inanmadığı bu acı teselliyle, moral vermek istedi can arkadaşına.  Ama Mehmet ağabey göremedi. Kızının karnı burnundaydı. Sabredemedi.

Babamın en iyi dostuydu Mehmet ağabey. Birbirlerine ‘’arkadaş’’ diye hitap ederlerdi. Ama dosttu onlar hem de bugünlerde nesli tükenen türden. Kırk yılı aşkındı dostlukları. Çocukluk arkadaşıydılar. Egenin kuru sıcaklarında tütün tarlalarında başlamış arkadaşlıkları. Babam daha on üç yaşındayken öksüz kalmış. Birlikte atlatmışlar bu acıyı. Birbirlerine yeri gelmiş baba, yeri gelmiş ağabey olmuşlar. Zor günleri aşmışlar. Her bahar komşunun bahçesine birlikte dalmışlar. Biri yakalandığında diğerini ele vermemiş. ‘’Eyvallah arkadaş’’ dediler mi tokatların acısı silinirmiş yüzlerinden. Gençlik çağlarında, birlikte söylemişler ilk sevda türkülerini. Mehmet ağabey erken davranmış, sevdiği kızı kaçırmıştı. Tabi ki babam gözetlemişti köşe başında sokağı. Düğünlerinde harmandalına birlikte çıkmışlar. Efeler gibi açıp kollarını, dizlerini vura vura tütün kokulu topraklara… Askerliklerini de Diyarbakır’da aynı bölükte yapmışlar. On sekiz ay birlikte sırt sırta verip iki yiğit, tüketmişler şafağı. Dönüşte babam da evlenmiş, yine yanında en yakın dostu…

Çocukken aynı ilçede otururduk. Uzun kış geceleri birbirimize misafirliğe giderdik. Babamla Mehmet ağabeyin anıları hiç bitmezdi. Onun çocukları babama amca derdi. Bu benim hoşuma giderdi her nedense. Benimle de çok uğraşırdı Mehmet ağabey, o zamanlar iyice dolanan dilimden dökülen sözcüklere taktı mı evin içi kahkahaya boğulurdu. Tabi ki ben küserdim her defasında. Onlar bize geldiğinde ise daha çok askerlik anıları konuşulurdu. Babamın askerden getirdiği yeşil kaplı hatıra defterini açtılar mıydı, gece yarıları olur muhabbetleri bitmezdi.

Hatta bir ara, aralarında bir dargınlık olmuştu. Mehmet ağabeyler başka ilçeye taşınmıştı. Annem ve Mehmet ağabeyin hanımı sıkça konuşmalarına rağmen onlar çocuk gibi küsüp önce o arasın diye inatlaşmışlardı. Ta ki Mehmet ağabey arayıp ‘’Arkadaş düğünümüz var, sensiz olmaz.’’ diyene kadar.  Çocuklarının düğünlerinde de yan yanaydılar. Biz de bir ara babamın işi sebebiyle başka bir şehre taşınmıştık. Arada telefonla konuşulurdu sadece. Ama yaz olup da memlekete geldiğimizde, mutlaka Mehmet ağabeylere uğranırdı. Birbirlerini gördüklerinde çocuk gibi sevinir, kucaklaşırlardı. Yemekler yenip salona geçildiğinde, anı defterleri hafızaların tozlu raflarından çıkarılır. Kâh gülünür kâh hüzünlenilirdi. Bazen Mehmet ağabey babamın yanına oturur, anneme ‘’ Gelin sen geç şöyle benim hanımın yanına’’ der. Elini babamın omzuna atar, eğlenceli bir gençlik anısını anlatmaya koyulurdu coşkuyla. Babam da ufak düzeltmelerle ve kahkahalarla eşlik ederdi dostuna. O sahneyi gördüğümde imrenirdim onlara; henüz böyle bir dostu edinemediğim için de içten içe kıskanırdım bile onları.

Yıllar ne çabuk geçmişti. Bizler büyümüştük. Mehmet ağabey bütün çocuklarını kendisi gibi genç yaşta evlendirmişti. Hatta babam bize laf çarparak: ‘’  Sen çocukları evlendirdin. Bizimkiler başımızda kaldı, daha evlenmeye niyeti olan yok.’’ derdi. Babama göre hayat, Mehmet ağabeye biraz fazla gülmüş, onun maddi durumu daha iyiydi. Artık işlettiği kahvehaneyi ortanca oğluna devredip emekli olmayı düşünüyordu. Doğup büyüdüğü Gördes’e yerleşip torunları sevip emekliliğini de dostuna yakın geçirmek istiyordu. Ama olmadı. Ne torununu görebildi ne emekliliğin tadını çıkarabildi. Bir yıl önce sıradan bir ağrı diye gittikleri hastanede, kanser teşhisi konmuştu. Eşi anneme ağlayarak anlatmıştı telefonda. Babam o günlerde kahretmeye başlamıştı kendini. Ama Mehmet ağabeylere gittiğimizde hiç belli etmemişti. Telefon konuşmalarında ‘’Bırakma kendini arkadaş. Artık her şeyin çaresi bulunuyor.’’ diye, moral vermeye çalışmıştı hep. Ama olmadı bir yılda zayıfladı, tükendi. Mehmet ağabey artık yoktu. Ardında ise en iyi dostunu kaybetmiş, kırk yıllık arkadaşını gün sonunda toprağa emanet edecek olan babam, karşımda perişan bir halde oturuyordu.

Zar zor yutulan birkaç lokmadan sonra kahvaltı sofrası toplanmıştı. Hazırlanıp çıktık yola. Oraya vardığımızda evden ağıtlar yükseliyordu. Kapıdan girdiğimizde Mehmet ağabeyin çocukları babama sarılmışlardı ‘’Babamızı kaybettik amca’’ diyerek. Uzun süre ağlaştılar. Rüyamdakine inat sıcak bir ilkyaz ikindisinde, saf tuttuk musalla taşının önünde babamla yan yana. Babam, beyaz saçlarına inat kapkara gözleriyle baktı son kez arkadaşına ‘’Helal olsun. ‘’ dedi.

Cenaze namazından sonra vasiyeti gereği, köyüne taşıdık. Bir saatlik yolculuk ardından köye ulaşılmış. Mezarlığa varılmıştı. Hava kararmaya yüz tutmuştu. Mehmet ağabey için kazılan kabre geldik. Tabutun kapağı açıldı. Babam ve büyük oğlu kabrin içine gerdiler. Birkaç kişinin yardımıyla Mehmet ağabeyin cenazesi kabre indirildi. Babam, tahtalarını da yerleştirdikten sonra çıkmak için elini uzattı. Hemen tuttum. Son kez döndü baktı ardına:  Hoşça kal arkadaş, dedi. Kabir örtüldükten sonra evimize döndük. O gece evde kimse konuşmadı.

Birbirini kovalayan günlerde de durum değişmedi. Babam iyice çökmüştü. Onu bu kadar hüzünlü bir de halasının oğlu vefat ettiğinde görmüştüm. Ama o zamanlar, Mehmet ağabey yine destek olmuştu arkadaşına. Fakat şimdi o da gitti. Babamın kırk yıllık dostu. Ekmeğini bölüştüğü, ilk sevda türkülerini birlikte söylediği, dizlerini vura vura tütün kokulu topraklara harmandalı oynadığı arkadaşını, dostunu kaybetmişti babam. Şimdilerde toparlasa da kendini bir nebze, hep bir yanı eksikti;  Mevlâna’nın, Şems’in sohbetine eksik tarafı gibi.

Tütün kokulu bir hayattı yaşadıkları, kırk yıllık dostluğun gölgesinde. Ne anılar biriktirmişlerdi heybelerinde. Ne zorluklar atlatmışlardı birlikte. Birlikte hafifletmişlerdi, sırt sırta verip yalan dünyanın yükünü. Ah be Mehmet ağabey ah be… Bir ilkyaz sabahı ansızın bırakmıştı dostunu, bu dünyada tek başına. Dualarda kalacaktı artık dostlukları…

3 Yorum

Cevap Yazın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

İyi İnsanlar Sineması

Zygmunt Bauman: AŞK. KORKU. Ve NETWORK. (2/2)