Küp
Komik bir karakter yaratacaksak, büyük olaydan birkaç adım öncesinde seyirciye ya da okuyucuya onu sezdirmemiz gerekiyor ki olay gerçekleştiğinde yeterli gerçeklik atmosferi oluşmuş olabilsin. İşte Pirendollo’nun kısa öykülerinden yola çıkılarak yapılmış olan Taviani Kardeşler’in yönettiği “Kaos” filminin “Küp” öyküsündeki küp tamircisi böyle bir karakter. Öyle ki tamir etmeye geldiği küpü, içerden dikerken içinde kalışı oldukça doğalmış gibi gelir. Onun işine fazla karışan ağanın tavrı onu yaptığı işin içine hapsetmiştir.
Bağımsız, insanca çalışma koşulları üzerine çok şey söyleyen bu öykü sağlam bir komedi. Sınırlarımız üzerine çok şey söylüyor. Küpün içinde kalan küp tamir ustası, hapsolmuş, sınırlandırılmış bu haliyle aslında ağaya “sınırlarını bil” demektedir: “İşimi severek yapıyorum. Ona değer veriyorum ve bu konuda uzman olmayan birinin karışmasını istemem. Böyle davranarak işimi hiçe sayamazsın.” Sonunda küpe duyduğu aşırı sevgi, (neredeyse bir canlıymışçasına) çevresindeki canlıları nesneleştirmesine neden olur. Eğer bir şeyi çok istersen aradaki tüm yaşamları hiçe sayarak onu istersen, bu tıpkı dümdüz giden kızgın bir ok gibidir ve istediğin şeyi tamamen kaybetmene sebep olur. “Bu benim olacak”, diye ayağını yere basıp dünyanın merkezi gibi bağırırsan, ölümlü ve gelip geçici bir varlık olduğunu unutarak, sonunda hüsrana uğrarsın… Dikilmiş küp kendi gövdesiymiş gibi başını küpten çıkardığı bir fotoğraf var tamircinin. Çok etkileyici bir fotoğraf. Sanki gerçekten yaralanan kendi gövdesiymiş gibi… Amca’nın bir orkestrayı yönetiyormuş gibi ritim tuttuğu, simgesel anlamda da işin bir hapislik olduğunu imleyen, onlara giydirilen küpleri kırmak için ellerinde taşlarla hep beraber dans ettikleri sahne muhteşem. Hasat sonrası bir şenlik havası ve şimdiye kadar çekilen bütün dertler için bir kovma ritüeli olan bu sahnede seslere uyanan ağa küpü kendisi kırar. Birini ya da birilerini köleleştirmenin her iki taraf için de ne büyük ızdırap ve onur kırıcı bir şey olduğunu, yaşamın önünü kesen bir yük olduğunu ne güzel anlatmış film. Gülmemesi gereken apandisit ameliyatından çıkmış avukat sahnesi komedinin tepe noktası… “…haneye tecavüz mü? Alıkoyma mı?” Ağanın, küpün içinde kalan tamirci için bir çözüm aradığı sahne…
Ay çarpması
Birbirinden güzel öykülerin işlendiği filmde, “Ay Çarpması” yine düşünsel temeli muhteşem bir öykü. İnsan olmak, demek, başkasının acısını hissetmek demek. Bize zarar vermesinden korktuğumuz için kendimizi içeriye kilitlediğimiz… Peki ya dışarıda kalanın acısı? Ondan gelecek zarardan kaçmak odağında değil de ona yardım etmek odağında düşünsek belki bugün ruhsal hastalıklardan muzdarip birçok kişi iyileşecek. Ama bizler toplum olarak bu durumdaki hastalara yaklaşımda, kendi korkularımıza odaklanıyoruz çoğu zaman. Bu da yetmezmiş gibi durumu fırsata çevirmeye çalışıyoruz. Adamın karısı bu konudaki ikiyüzlü toplumu simgeliyor. Gerçek bir sanat eseri, en umutsuz durumlarda insani bir davranış gösterebilen kişilerin varlığını gösterebilmesi ile oluşuyor bence. Buradaki kuzen, “yapamam, o acı çekiyorken yapamam” diyen kuzen, işte o insanı simgeliyor.
Diğer Kardeş
Bu öyküde de yine çok önemli bir konu sorgulanıyor. Kabul edilmesi güç bir durum. Ancak nefretin bittiği yerde, bağışlayabildiğimiz yerde insan olabiliriz. Gerçek sevginin meyveleri olan çocukları aramıyorken anneyi bir yandan, diğer yandan da istemediği oğul hep yanında. Bir insanı katil, tecavüzcü vs. yapan şeyin sevgisizlik olduğunu çok güzel anlatıyor film. Babasının suçunu taşıyan birinin ancak babasının suçunu taşımadığı bir noktada görerek babasının suçuna itmekten kurtarabiliriz. Oğlun tıpkı babasına benzemesi belki de yönetmenin özellikle seçtiği bir şey. Affedememeyi en iyi simgelediği, annenin onu babası gibi gördüğünü ifade etmek için… Artık yıldığımız, bezdiğimiz bir değişiklik olmasını istediğimiz ne varsa bağışlamakla başlayabileceğimiz, kimseye geçmişin suçunu yüklemeyeceğimiz bir hayatla mümkün diyor film bu öyküyle… oldukça güncel bir sorun.
Gömü yeri hikâyesi de mezarı başında ölüm anı beklenen baba ile bir kara mizah örneği. Öte yandan yaşamaları için verilen toprağın ölmeleri için (ölülerini gömmeleri için) verilmemesi, bir yerleşim alanını vatan yapan şey üzerine düşündürüyor. Ölüm ve yaşamın bu kadar net birbirinden ayılıyor oluşu insanların isyan etmesine sebep oluyor. Ölümün de yaşama dahil olduğunu anlatmak istiyorlar… Ama aynı zamanda ölmesi için kazılı mezarının başında beklenilen baba ile de Ölümün yaşam içinde yaşayan varlığının ne kadar dayanılmaz olduğuna dair bir fotoğraf görüyoruz. Yasın yas oluşu biraz da ölümün habersiz birdenbire, aniden oluşu ile mi ilgili? Canlı birinin ölmesi için başında beklenilen sahnede yaşlı adamın ölmediği süre boyunca, kara mizah derinleşiyor. Bir yandan yaşam devam ederken bir yandan ölüm devam ediyor… Ölüm karşısındaki tavrımızı alt üst eden durum adamın bütün hazırlıkları yaparak, mezarının başında kalabalıkla bekleyerek, kendi ölümünü kontrolü altına almak istemesi…
Filmde öyküler arası geçişi sağlayan boynuna takılmış zille uçan kuzgun karanlık hikâyeler arası yolculuk için iyi bir üst bakış metaforu. Kuzgunun önderliğinde, hikayelere baktığımızda gördüğümüz ne? Hayvanlara eziyet eden insan her zulme layıkmış gibi… Kendi yumurtalarıyla dövülen bir karganın laneti gibi tüm hikâyelerde, yaşananlar…
Görüntüler bir ressamın, minimalist bir ressamın resimleri gibi. Filmin geçtiği mekânın bir sesi var. Coğrafya bir karakter gibi işlenmiş. Oyuncularla hikâyelerle uyumlu. Yalın güçlü. Hikayeler doğrudan yaşam alanlarıyla ilişkili… Güzel bir film. İyi seyirler.