Güzel bir gün. Her şey bu güzel günle başlasın. Bir duvar kenarı gibi. Güneş tepemizde güneşleniyoruz. Güneş giderken duvar açılıyor, yok oluyor… Nehir kenarındayız. Toprağa basarak yürüyoruz. Ağaçlara çıkıyoruz. Diz boyu otlar. Sırtüstü yatıp dinleniyoruz. Sesimiz tıpkı bebekken ağladığımız gibi. Hiç değişmemiş. Hiçbir kalıba girmemiş. Sonsuzluğun izlerini taşıyor. Bakışlarımız yanan ateşler gibi, akan sular gibi canlı. Birbirimizi üzebileceğimiz aklımıza bile gelmiyor. Korkarak birbirimizin arkasına saklanmıyoruz. Attığımız her adımın sorumluluğunun farkındayız. Zaten eylemle dil ayrılmadığı için ne söylersek onu yapmış oluyoruz ya da yaptığımız şeyi söylüyoruz. Bugünkü gibi, eylemin sonucu olan dilin, eylemsizlik yüzünden anlamını gücünü yitirişini yaşamıyoruz. Hepimiz asıl seslerimizleyiz. Ruhlarımızın sesleriyle… Birbirimizden korkmuyoruz. Birbirimizin arkasına saklanmıyoruz. Birbirimizi önemsiyoruz. Aynısefa ve karahindiba. Açelya ve gelincik. Sardunya ve camgüzeli. Şehirdeki köydeki hepimiz bir aradayız. İşte bu güzel günde aklımı kurcalayan sorular; iyilik kötülük, fedakârlık, gaddarlık, Allah’a havale, din bir sonuç mu başlangıç mı? Bilim bir başlangıç mı sonuç mu? Din ve bilim ilişkisi, bilim ve güzellik ilişkisindeki mantık gibi olmasın? İyinin ortaya çıkışı sadece bilimsel yöntemlerle açıklanabilir mi? Ya sanat? Korkularımız şekillendiriyor bizi. Aç kalma korkusu… Acı çekme korkusu… Akıllı cesarete sahip olabilmek için gerekli zamanı bulamıyoruz. Bilinçli cesarete. Hayat insanın gücünün yetmeyeceği, istese de değiştiremeyeceği bir hale geldiyse asıl kötülük burada başlar. İyilik ve din arasındaki ilişki sanırım burada başlıyor. Her şeyi Allah’a havale eden biri çevresinde olan biten hiçbir şeye sesini çıkarmaz, yazgı kendini geçekleştiriyor diye. Öyleyse dinin önerdiği iyilik nasıl bir iyilik? İşte burada yöntem devreye giriyor. Tüm inanış biçimleri iyiliği, başkasına zarar vermemeyi öneriyor. Bu bir başlangıç hali mi yoksa sonuç mu? Din ile bilimin uyuşmadığı noktalardan biri. Din başlangıçtan, bilim sonuçtan ulaşır bilgiye; bilim kanıt ister. Bilim deney sonucudur, din inanış. Din olması gerekenin oluş hali içinde duyması gereken sevgiye işaret ederken sanatsal bütünlenmeye de dikkat çektiği için tüm yaratım süreçleri ile çalışma ve disiplinin yanında sezgi ve yeteneğin de işin içine katılması ile sanata yaklaşıyor. Bilim çalışma, disiplin, gözlem ve sonucun gözlenebilirliği ilkesi ile sanata yaklaşıyor. Burada öyleyse şöyle bir harmoni olmalı: Dinin önerisi topyekûn. Yani öyle her gün aşağı inip olan bitene karışacak cinsten bir düşünce değil. Din insanın kendi kendi ile baş başa kaldığında ortaya çıkan vicdan kavramıyla ilgili. Ölçüp biçip tartması, kendini değerlendirmesi, yanlışlarını ve doğrularını gözetmesi… Dindeki kader anlayışı günlük yaşamda yapıp ettiklerimizle ilgili değil. Dini bir günlük yaşam felsefesi gibi benimsemek tehlikeli. Çünkü bu kişiyi herkes kaderini yaşıyor diye olan bitene sesini çıkarmamaya götürür. Yöntemin eserin içinde dolaşması gibi bu. Düşünsenize bir kitap okurken okuduğunuz kitap birden filizleniyor. Ağaç, kitap kendinden yapıldı diye kitabın içinde dolaşır mı? Yönetmenin oyun sırasında sahnede ne işi var? Bizlere yapıp etmemiz gerekenleri söyleyenlerin tıpkı iç seslerimiz gibi, özel hayatlarımız gibi bir yerde durması gerekiyor. Fernando Pessoa bir şiirinde şöyle diyor. “Tanrıya inanmak Tanrı’dan hiç söz etmemektir.” Kendini ezbere bırakan bir oyuncu gibidir, her şeyi Allah’a havale edip, bir müddet sonra düşünme yetisini yitiren inanan. Ama hayat, hayatta olmayı gerektiriyor. İyi ya da kötü olup olmadığımızın anlaşılması hayattayken olur. Hoşgörü ve başkalarının düşünce ve inanışlarına saygı hayattayken olur. İbadetle insan “kendi üzerime düşen vazifemi yaptım, artık istediğimi yapabilirim” demiş olur yoksa… Her an düşünme ve her an sorgulama. Canlı olma. Hayatta olma. Bütün ömrünü başkalarına feda ederek yaşamış bir inançsız ve bütün ömrünü ibadetle geçirerek kendini korumaya almış gaddar bir mümin… Din bir başlangıç mı sonuç mu? Varoluş bir gebelik. Tepe tepe şu kalıcı dağlar hep bir gebelik. Bütün güzellikler sonsuz bir gebeliğin yüzü suyu hürmetine. Her doğan bebeğin birbirine teslim ettiği yaşam meşalesi tek hikâye. İç su. Arı ateş. Ve sanırım yegâne bilgimiz de bu özü görmeyi hiç yitirmemek. Israrla yapıştığımız her şey için az sonra sahne değişecek. Bu dünyaya bebekliğimizin, çocukluğumuzun özü ile bakmayı hiç yitirmesek… Bütün günler böyle güzel olur. Bebeklik, çocukluk… İki insanın birbirini sevdikleri dönemlere en yakın dönemlerimiz… Hiç duvarlar olmadan…