in

Islak

Birkaç damla gözyaşı… Tanrı insanları düşünmeyi bıraktığından beri yağmurların bile ayarı kaçtı. Katlanabilir masayı itiyorum ileri dikkatlice. Rakı, meyve ve cep telefonu üzerinde. Plastik sandalye saç korumanın dışında benimle birlikte. Yıllar sonra sığındığım annemin evindeyim. Bahçe denilen şey geri çekilmiş, beton bir yükselti toprak alanı işgal etmiş. Arkam, kurtulmayı başaran birkaç metre kare toprak alana dönük.

Eskiden böyle değildi annemin evi. Mutfak burada değildi mesela. Mutfak zaten bu zamankiler gibi de değildi. Tel dolap vardı, üç gözlü ocak vardı, yanında küçük tüp vardı. Büyük tüp bittiğinde alacak parası yoksa babamın, küçük tüp değiştirilirdi. Sokak kapısı farklıydı, benim bulunduğum bahçeye geçiş de farklıydı. Bir zamanlar dedemin olan evin avlusu ile topraktan bir duvar ile ayrılırdı bahçemiz. Toprak duvarın yanında kocaman bir dut ağacı ile hemen karşısında nar ağacı dururdu. Nar ağacının yanı başında buz gibi suyu ile tulumba vardı. Var olmayan geçiş kapısı bu üçlünün arasında dar bir boşluktan ibaretti.

Şimdi dayımın oturduğu, geçmişte dedemin olan evin çift kanatlı sokak kapısı, demire dönüşmüş durumda. At arabası girerdi o kapıdan. Aynı kapıdan sabah okuma yazma öğrenmeye gitmeden önce dedemin ineklerini sürüye kadar götürürdüm. Daha doğrusu onlar kendi başlarına sığır yolu dediğimiz menzile yürürken ben onlara uykulu şekilde eşlik ederdim. İnekler için yapılmış ahır artık yok, gübre kokusu da tabii. Bahçe kapımız ile çıkmaza açılan sokak kapımızı birleştiren hol dediğimiz genişçe koridorun etrafında yediğimiz, içtiğimiz, uyuduğumuz, yıkandığımız, güldüğümüz hatta ağladığımız dört yaşam alanı vardı. Bir de bahçemizde tuvalet denilen briketten dört duvar. Mahallenin kadınları dedemlerin tahta kapısından girip bizim evimizin tahta kapısından geçer giderlerdi sorgusuz sualsiz.  Dayımın evinin baktığı sokak ile bizim evimizin bulunduğu çıkmaz, bir köşe başının iki farklı noktasındaydı çünkü. O köşe başında çifte kahveler vardı o zamanlar. Hala var. Kıvrakları ile yürüdüklerinde hayaleti andıran komşu kadınlar bu iki tahta kapıyı kullanarak o köşe başını dönmek zorunda kalmazlardı. Artık kıvrak denilen hayalet kıyafetlerini örtünen kadınlar yok.

Otuz beş sene öncesinde rakı içmezdim tabii. On beş yaşımdan aklımda kalanlar ile çilingir sofrası kurmak… Hep o birkaç damla gözyaşının suçu… O zamanlar yağmur yağdığında çamur olurdu ayaklarım her halde. Yalınayak dolaşırdık. Eskimesin diye üzerine titrediğimiz burnu yıpranmış ayakkabılarımız vardı. Top oynamak için ayrı ayakkabılarımız yoktu. Okul için ayrı ayakkabılarımız yoktu. Yaşadığımız o evde ayakkabılık yoktu. Sokak kapısının önünde ya da kapıya yakın bir yerde dururdu hepsi. Annemin sokak terlikleriyle birlikte.

O sokak kapısından koşarak çıkar ve yağmur ile iyice yumuşamış çamura, sahibi olduğumuz paslı çivileri saplardık. Birbirimizin yolunu kesmekti amaç. Çivinin önceki battığı noktadan eğer çiviyi ıslak toprağa yeniden saplamayı başarabilmişsem, eskiyi yeniye ulaştıracak doğru ile ağabeyimin çividen çizgilerini kesmemeliydim. Genellikle yenilirdim. Yağmurun gücü yitip gitmişse gazoz kapaklarını sıralardık. Elimizde birer taş parçası olur düz bir çizgi olarak sıralanmış kapaklarını çizisinden çıkarmaya çalışırdık. Gazoz kadar değerliydi o kapakların her biri; “Dört Mevsim” gazozlarının kapakları. Benim çocuklarım gazoz kapağı toplamadılar, kendilerine ait paslı çivileri de yoktu. Paslı çiviye sahip olma özgürlükleri de. Hiç kimse, çocukların çelik çomak oynarken evimin camını kırdılar diye şikayet etmeye gelmedi bana. Oysa babam Camcı Ahmet ile ayda üç dört kez görüşürdü sayemizde.

Önce ablamın İzmir Kız Lisesi’ne sonrasında ağabeyimin Kuleli Askeri Lisesi’ne gitmesi ile değişmeye başladı bu ev. Şimdi bulutlar yırtılırken arkamdan akşam sefalarını dinliyorum. Sürekli geçmişten bahsediyor kokuları. “Daha özgürdük” diyor biri diğerine. “Bir sürüydük. Televizyona dalıp gitmezdi kimse, günde iki defa su veren olurdu. Akşamları bu rakı içen adamın yerinde birlikte okey oynayan insanlar vardı. Çay demlerler, çekirdek çitlemekten hiç vaz geçmezlerdi.” Diğeri boynunu bükmüş öylesine bakıyor konuşana. Cep telefonum boğuyor akşam sefalarının sohbetini.

Oğlumun sesi çok uzaktanmış gibi geliyor. “Metrodayım baba” diyor “eve gidiyorum”. İşinden gücünden bahsediyor, “kız arkadaşım” diyor. Daha bir sürü şey söylüyor uzaktan ses, çoğunu anlamıyorum. “Babaanneme selamlar” deyip kapatıyor. Annem namaz kılıyor içeride. Öylesine kalakalıyorum. Babamla konuşmak istiyorum. Çocuklarımdan bahsetmek, ayrıldığımı söylemek ve daha bir sürü şey. Mezarın başında öylece durmak belki. Namazını bitirmiş annem çıkıp geliyor. Kadehimden aldığım büyük yuduma bakıyor. İçeri geri dönüyor, belki babamla konuşur o anlatır beni benim yerime.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Psikopolitika: Gözetim Toplumu

Milan Kundera’nın Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği Romanı Üzerine