İşkenceyi tanımlamak kolay değildir. İşkence ile cezalandırma arasında kesin bir sınır çizgisinin olmadığını net bir şekilde kavrayabilmek önemlidir. Aralarındaki fark, büyük oranda birey olarak kurbanın fiziksel ve zihinsel acıya verdiği tepkiye bağlıdır. Hangi koşullarda birinin digerini içerdiği göz önünde bulundurulmalıdır. İşkenceyi, cezalandırma sınıflaması içine koyarak mazur göstermeye çalışmak ve dahası bu yolla herhangi bir işkence biçiminin kullanıldığını tamamen inkar etmek, uygarlığın başlangıcından günümüze değin bir toplum ve devlet geleneği olmuştur. Cezalandırma teriminin işkencenin yumuşatılmış bir karşılığı olarak kullanıldığı, neredeyse evrenselleşmiş olan bu uygulama yüzünden, eski çağlarda ve dahası günümüzde neyin işkence sayıldığı da tam ve doğru olarak anlaşılmış değildir.
İşkencenin derecesi ve yaygınlığına ilişkin bu bilgi eksikliği, kapsayıcı ve açıklayıcı bir işkence tanımlaması yerine, yasal tanımın geniş kabul görmesinden kaynaklanmaktadır. Bu kabul de, büyük ölçüde, öncekinin üzerine katlanan ve daha doğru bir tanımın sunulmamış olmasına dayanır. Yasal tanımlamaya göre işkence, bir zulüm biçimi veya devlet tarafından onaylanan ve adli otoriteler tarafından atanmış görevlilerce uygulanan bir eziyet etme yöntemidir. Suçlu olduğu düşünülen kişiye, suçunu itiraf etmesi için acı vermeye dayanır.
Sanık ve tanıklardan itiraf ve bilgi almak için sorgulama yapılmasına hiçbir zaman izin verilmeyen ülkelerden İngiltere bunların içinde en dikkat çekici olanıydı. Ülkede işkencenin olmadığı iddia ediliyordu. Hukuki işkencede olduğu gibi, belli bir amaçla izin verilen ve uygulanan zulüm biçimleriyle ceza olarak uygulanan zulüm arasındaki kesin bir sınır gözeterek suçluların ceza veya hapishane disiplini adı altında en zalim, barbar ve korkunç eziyet biçimlerine maruz bırakıldıkları yerlerde bile, işkence iddiasını inkar etmek kolaydı.
İşkence yalnızca bir terminoloji konusu değildir. Mazur gösterilemez eziyet ve acı verme eylemleri ile sonuçlanan ölümlerin olduğu yerde de işkence vardır. Bireye zulüm, ıstırap ve acı yaşatmayı içeren her sürecin, her koşulda ve her ne amaçla olursa olsun, cezanın eziyetle ya da yaşamın sona ermesi ile bitmesine bakmaksızın işkenceyi meydana getirdiğine kuşku yoktur.
Yasal tanımın kabulü, işkencenin yalnızca devlet tarafından ve açıkça tanımlanmış amaçlar için uygulanabileceği görüşünü kabul etmek anlamına gelir. Devlet tarafından bir işkence biçimi olarak uygulanan zulüm, devlet otoritesi olmaksızın bir birey ya da birkaç yurttaş tarafından gerçekleştirildiğinde meşru sayılmaz, işkence değil saldırı olarak kabul edilir. Böyle bir yorumun hiç de yeterli olmadığı ve mantıken savunulamayacağı ortadadır
Acı çeken kişiye yapılan uygulamanın, eziyet ya da zulmün derecesi yeterince şiddetli olduğunda, işkenceden başka bir tanımı olamayacağı açıktır. Aynı şekilde, işkencenin gerçekliği konusunda en uygun kanıtı sağlayacak olan tek kişinin de, zulme uğrayan kişi olduğu ortadadır. Cezadan sorumlu olan yargıç ve cezayı yerine getiren görevli, önyargılı tanıklar olmaları gerçeği bir yana, belirli bir cezanın işkence olup olmadığı yolundaki kararlarında kurbanın bizatihi kendisi gibi güvenilir de olamazlar.
Fiziksel ceza ya da işkenceden oldukça farklı bir işkence biçimi daha vardır; psikolojik olmaya eğilimli bir işkence biçimi. Suç ile başa çıkımada eski fiziksel yöntemler yerine psikolojik yöntemlerin gelmesi, hep sanıldığı gibi, işkencenin hapishane sisteminden sözcüğün gerçek anlamıyla kaldırıldığı anlamına gelmez. Yalnızca kol değirmeni, manivela vb. uygulamalarla gerçekleştirilen bedensel cezalandırma şeklindeki fiziksel işkencenin yerini, geniş oranda başka ve daha incelmiş yöntemlere bıraktığı anlamına gelir.
Hapishane yöntemlerinin ıslahı yeni bir mahkum türünün ortaya çıkışıyla çakışır. Bugünün insanı, genel olarak ve normal koşullarda, elli yüz yıl önceki örneğinden daha insani ve daha az vahşidir. Başka bir deyişle “daha yumuşak” tır. Bu, toplumdaki saygıdeğer unsur için nasıl geçerliyse suçlu unsur için de aynı derecede geçerlidir. Suçlular dünyasının üyelerinin, halkın yasalara itaat eden üyelerinden daha “yola gelmez” oldukları yönündeki yaygın kanı yanlıştır. Bu durum, sansasyonel gazete haberlerinde ve suç edebiyatında canlandırılan sıradışı “serkeşlik” vakalarını, suç dünyasının temsilcileri olarak kabul etme hatasından kaynaklanmaktadır.
Bir zamanlar Sing-Sing’in başhekimliğini yapmış olan Doktor Amos Squire’ın da belirttiği gibi, suçluların büyük çoğunluğu, fiziksel ve zihinsel yeteneklerinde, golf oynayan, sinemaya giden, radyo dinleyen ortalama saygın yurttaştan ayırt edilemezler. Hapsetme yoluyla neden olunan zihinsel işkencenin girişimcilik, istenç gücü, yaratıcılık ve heves üzerindeki yıkıcı etkileri sayılamayacak kadar çoktur. Zihnin bu şekilde yalıtılması, sonuç olarak, kimi doğalar üzerinde fiziksel yalıtımın herhangi bir biçiminden çok daha fazla felç edicidir ve çoğalan bir etki yaratır.
Modern hapishanenin bir iyileşme evi ya da dinlenme kampı olduğu tartışması ile bağışlayıcılığı ve lütufkarlığı konusundaki yanılgılar, olası etkileri açısından, “örnek” bir hapishaneye inceleme turuna götürülen ziyaretçilerin edineceği izlenimlerin güvenilirliğinden farksızdır. Programında sağlanan kolaylıklar ne olursa olsun, hapishane hapishanedir. Dahası, modern ve “insani” bir hapishanede bile bir yönetici ya da gardiyanın mahkumun hayatını gerçek bir cehenneme çevirmesi olanaklıdır. Doksan yıl önce Birmingham’da bir kasaba hapishanesinde, yönetici, ziyarete gelen hakimlerin haberdar olmadığı çeşitli yasadışı işkenceler uygulamıştır. Bugün de, en azından psikolojik işkenceyle ilgili olarak, benzer bir durumla karşılaşmak, olanaksız değildir.
Cezalandırmadaki amacın suçun önüne geçmek ve suçluyu ıslah etmek olduğu ifade edilir ve bu görüş birçok çevrede kabul görür. Bu ifade, yürürlükteki yöntemler ve örnekler göz önüne alındığında, çelişkilidir. Bazı suçlar için verilen cezalara bakıldığında, bunlar suçlunun ıslah edilme olasılığını hepten engelleyici niteliktedir, suçlunun toplum dışı tavrını geliştirir ya da artırır.
İlkel intikam duygusunun altında yatan ve ilk ceza yasasının oluşturulmasına neden olan şey cezalardan korku duyan bireylerin ahlaklı ve yasalara saygılı kalacakları düşüncesiydi. Bu aşamada henüz ortada hiçbir ıslah etme düşüncesi yoktu. Toplum yalnızca suçlunun suçu yeniden işlemesinin engellenmesiyle ve aynı suçu işleyecek başkaları üzerinde caydırıcı etki yapmasıyla ilgileniyordu. Bunun sonucunda, cezalandırma kaçınılmaz olarak şiddetli, vahşi ve gösterişli bir şekilde uygulanırdı. Suçun cezası eski göze göz, dişe diş anlayışına göre verilirdi. Bu basit intikam duygusundan her sapış hiçbir esneklik belirtisi göstermeksizin cezanın iyice abartılmasını ortaya çıkardı.
Aslında, bugün suçla ilgili olarak uygulamayı sürdürdüğümüz yöntemler, ceza bilimine ve sorunlarına psikolojik bakışın değişmesi nedeniyle eskimiştir. Bir başka deyişle, kullanmayı sürdürdüğümüz yöntem, ortaya çıktığı zamanlarda ne kadar etkili ve uygun ise, bugünün geçerli olan koşulları içinde o kadar az yararlıdır ve etkinliğini büyük oranda yitirmiştir. Geçmişte uygulanan vahşetin arkasında, suçlunun işlediği suçtan dolayı çekeceği cezayla bir daha aynı suçu işlemesini engellemenin yanı sıra, suç işlemeyi düşünen diğerleri üzerinde de tam bir caydırıcılık rolü üstlendiği anlayışı vardı.
Bu temel bütün ceza sistemlerinin kökeninde görülür. Cezalandırmanın başka hiçbir biçimde savunulacak tarafı yoktur ve olamaz çünkü hiçbir koşulda gerçekten ıslah edici işlevi yoktur. Bu açıdan bakıldığında eski kanun koyucular, cezalandırmayı her ceza sisteminin ayrılmaz parçası olarak gören günümüz çağdaş ceza bilimcilerinden daha tutarlıdırlar. İnfaz etmenin ve halk önünde yapılan diğer cezalandırmaların kaldırılmasıyla, bu türden cezaların caydırıcılık etkisi büyük oranda azaldı. Yalnızca cezanın verildiği kişi üzerinde caydırıcı etki yaratabilirlerdi. Diğerleri açısından bakıldığında, cezanın gizlilik içinde verileceğini bilmek, işkence altında kıvranan suçluyu görmekle aynı şey değildir. Dolayısıyla, işkenceyle ilgili kötülüklerden birinin kaldırılmasıyla, bir başka alandaki etkinliği de geniş oranda ortadan kaldırılmış olmaktadır.
Cezalandırmaya büyük değer verilmesinin ve bunun için yetki tanınmasının nedeni, geçmişte suç psikolojisinin fazla dikkate alınmaması ve bugün bile suçun nedenlerinin yeterince anlaşılmamasıdır. Suçlunun toplumun belli bir kesiminin üyesi olduğu ve bunun suçlu ana babasından kalıtım yoluyla geçtiği anlayışı hala geçerlidir. Suçlu sınıf diye bir şey yoktur. Toplumun her üyesi potansiyel suçludur. Hakkında çok şey yazılımş olan suçlu çevresi, var olan toplumun bütününü oluşturur.
Charles Dickens tarafından ölümsüzleştirilmiş olan Bill Sikes örneğinde olduğu gibi, ‘’her hırsız ya da yankesicinin işi yüzündeki çizgilere sinmiştir’’ şeklindeki eski kuramın, gerçekle hiçbir ilişkisi yoktur. Suçlu, görünüşte toplumun diğer saygın üyelerinden hiçbir farklılık taşımaz. Üstelik, bugünün saygın yurttaşı yarının suçlusu da olabilir; bugünün suçlusunun, fırsat verilirse, yarının saygın insanı olmaması için bir neden yoktur.
Suçun yinelenmesinde genel anlayış olarak başka etkenlerden çok tesadüflerin etkin olduğu varsayımı, insan yaşamının giderek karmaşıklaşması ve doğumdan ölüme kadar belirli özel toplumsal koşullarla giderek daha az bir biçimde sınırlanmasıyla uygun düşmektedir. Bu özellikle, en ciddi suçlardan biri olan cinayette görülmektedir. 100 cinayet davasından 99’unda, suç işlenmeden önce cinayet işleme niyeti yoktur. Suç, bir öfke sonucunda, hiçbir gücün ya da tartışmanın önünü alamayacağı böyle bir şiddete varan duygusal fırtına altında işlenmiştir. Bu koşullar altında cezalandırılma korkusu işlemez. Hiçbir caydırıcı etki yaratamaz. Katil kızgınlık ya da nefretin egemen olduğu ve bütün diğer olasılıkları zihninden kovduğu bir ruh durumundadır. Böyle olmasaydı cinayetlerin çoğu işlenmezdi.
Ceza şiddetlendikçe ıslah ediciliğinin giderek azaldığı ortadadır. Şiddetli cezalandırma çoğu mahkum üzerinde çok daha vahşileştirici etki yapmakta; umutsuzluk yaratmakta ve suçluya toplumdan sürüldüğü ya da savaş halinde olduğu duygusu vermektedir.
Diğer yandan bu cezalar, hiçbir koşulda, profesyonel suçlular üstünde ıslah edici bir etkiye yol açmaz. Cezalandırma değişik bireyleri farklı yollardan etkiler. Suçun yapısı ve derecesiyle ilgili olarak verilecek cezanın derecesi, yapısı ve süresinin tanımlandığı cezalandırma sisteminin en kötü yanlarından biri, suçlunun birey olarak fiziksel, zihinsel ve toplumsal durumunun göz önüne alınmayışında yatar. Cezalandırılan mahkumun verdiği tepki, cezalandırmanın gerçek derecesi ve türünden çok, bireyin psikolojik yapısına bağlıdır. Dolayısıyla, birine çok önemsiz gelebilecek bir eziyet biçimi, bir diğeri için en aşırı işkence biçimi olarak görülebilir. Günümüz ceza sisteminde psikoloji unsurunun çok büyük önemi ve anlamı vardır.Hapsedilmekle özgürlüğün yitirilmesi, mahkum üstünde çok derin bir etki yaratır. Bu etki bireye göre farklılıklar gösterir çünkü bazı durumlarda uzun bir hapislik süreci şiddetli psikolojik sonuçlar içermez ve doğurmazken, diğer durumlarda verilebilecek en kısa hapislik, devam ettiği sürece işkence sınıflamasına girebilir ve asla iyileşmeyecek izler bırakabilir. Özgürlüğün alınmasının etkileri, elbette, bireyin hapishane dışında sahip olduğu özgürlüğün derecesine bağlıdır.
Cezalandırma aşırı olduğunda, suçun baskı altına alınmasından ziyade, ortaya çıkmasına neden olur. Bunu iki şekilde yapar. İlk olarak, korkunç bir cezalandırma biçiminden duyulan korku, çoğunlukla, açıkça önceden tasarlanmamış ya da bir suçun sonuçlarından kaçmak için bir dizi suçun işlenmesine neden olur.
Örneğin, cezası ölüm olan suçlarda bunun ortaya çıkması kaçınılmazdır. “Pire için yorgan yakmak” deyimi doğrudur. Çoğu katil, ilk suçunu kazara gören ya da kimliğini keşfeden birini susturmak için ikinci hatta üçüncü bir cinayet işlemiştir. Tecavüz veya diğer cinsel suçlarda, alacağı cezaların korkunçluğunu anlayan suçlu, suçunun tek görgü tanığım susturmak için cinayet de işler. İkinci olarak, cezalandırmanın şiddeti suçlunun üstünde yeniden suç işleme eğilimi yaratır. Avrupa ve Amerika’da çok fazla sayıda mahkumun “geri dönüşü” bunun kanıtıdır. “Geri dönerler” çünkü cezalandırmanın şiddeti onlarda bir çöküş ve topluma karşı kin duygusu yaratmıştır; yeniden saygınlık kazanmaları yolundaki engeller neredeyse aşılmazdır.
Suça karşı açıkça tavır koymayan toplum, hesabın çoktan kapanmış olduğunu göz önüne almamaktadır. Bir kez hapishanede eziyet çekmiş olma gerçeği, fahişelik yapmak ya da gayri meşru çocuk sahibi bir anne olmak gibi, Ortaçağ’da toplum suçlularının yüzlerini dağlayarak yapılan izler kadar etkin, görünmez bir leke bırakır.
Cezalandırmanın en kötü özelliklerinden biri, ilgili olan herkes üzerinde bıraktığı vahşileştirici etkidir. Hangi biçimde olursa olsun zulümle karşılaşan herkes ya ona karşı çıkacak ya da onu kabul edecektir. Bu durumda takip edilecek bir orta yol yoktur. Uzun süre cezalandırılmanın ya da zulme tanıklık etmenin kaçınılmaz yan etkisi eziyete duyarsızlıktır. Hayvan kesenler, bu işi yapmayı sürdürürlerse ya kurbanlara karşı sevgisizlik duymaya başlarlar ya da işlerinden nefret etmeye başlarlar.
Zulüm ya da işkenceye alışık olmamak soğukluk ya da tepki doğururken, alışkanlık da hoşgörüye yol açar. Boğa güreşlerinin İngilizler ve Amerikalılarca kınanması, bu uygulamanın geleneklerinde olmamasındandır. Kanaryaları, papağanları, başka cins yabancı ve İngiliz kuşlarını ufacık kafeslerde ömür boyu hapse mahkum etmenin İngilizlerin büyük çoğunluğu için, kabul edilmese de, rahatsız etmeyen bir görüntü oluşturması bu duruma alışkın olmalarından kaynaklanmaktadır.
Cezalandırmaya karşı duyarsızlığın giderek artması, özellikle kırbaçlamada görülmektedir. İlk tepki zamanla duyarsızlığa dönüşür ve zaman içinde, zulüm olarak algılanırken eğlence olarak kabul edilmeye başlanır. Brinsley Richards (İrlandalı oyun yazarı) şöyle der: “Gözler ve sinirler zulüm sahnelerine çok geçmeden alışır. Hazırlık okulundaki cezalandırmaları giderek yalnızca duyarsızlıkla değil aynı zamanda zevk alarak da seyretmeye başlamıştım.’’
Toplumsal ve insani açıdan bireyin hakları, devlet ceza makinesinin büyümesiyle kolayca tehlikeye girebilir. Bireyin ve devletin haklarının karşılıklı ve birbiriyle yer değiştirebilir olduğu fikri, kendi diktatörce ve oligarşik fikirlerini desteklemek için devlet tarafından özenle yürütülen bir kandırmacadır. Cezalandırma sisteminin altında yatan gerçek fikir, özellikle devletin mülkiyet haklarının korunması anlamını taşır. Mülkiyete karşı işlenen suçlar insanlığa karşı işlenen suçlardan daha şiddetle cezalandırılır; bir ekmek çalmak bir hayvana işkence etmekten çok daha ciddi bir suçtur.
Toplumun insani bir çizgide eğitilmesi, suçun ele alınış yöntemlerinde toptan bir iyileştirmeye bağlı olarak yapılmalıdır. Bu yöntemler, şimdiki ele alınış biçimleriyle, yüzlerce yıllık deneyim sonucunda, büyük oranda başarısızlığa uğramışlardır. Çünkü hala eski intikam duygusuyla yönlendirilmektedirler. Suçlunun ıslah edilmesiyle hiç ilgileri yoktur. Çünkü dünyada bugünkü hapishane sistemi kadar suç işlemeyi adet haline getirten bir yer yoktur; ilk kez suç işleyenlerin büyük çoğunluğu, çevre, kötü talih, kaza, vb. kurbanları oldukları için, bu sistem temelde sabıkalılar üretmektedir diyebiliriz. İster suça bağlı ister yargıçların kaprisleri sonucu olsun, suçluları hapsederek cezalandıran, mala ve ahlaka karşı işlenen suçları daha da sert biçimde cezalandıran sistemin ne suçluya ne de topluma yararı olabilir. Dahası, suça göre belirlenen böyle bir sistem, bedelini ödedikten sonra suçluya dilediği suçu tekrarlama özgürlüğü vermektedir, yakalanırsa bedelini yine öder; bu görüş cezalandırma sisteminin ıslah edici değeri olduğu iddiasını tek başına çürütmektedir.
Suçlunun birey olarak psikolojisinin göz önüne alınmaması, bugün suça göre uygulanan yöntemlerde başlıca kötü unsurdur. Hükme bağlanan ceza ve gösterilen davranış, bireyi değil suçu temel alır. Bu yöntem geri tepene kadar her iyileştirme işlemi engellenmiş ya da yasaklanmıştır. Yoldan çıkanların (müzmin suçlular, müzmin sadistler vb.) yalnızca küçük bir oranı ıslah olunamaz, eğitici ya da terapi türünden davranışlara direnirler. Bunlar hapishane veya benzer yerlerin düzenli topluluğunu oluştururlar. Diğerleri, süre göz önüne alınarak, geçen zamandan çok sonuçlara dayalı uzlaştırıcı, yatıştırıcı ya da koruyucu bir program uygulandıktan sonra, topluma yeniden katılabilmeli, devletin varlığına ve kendisini tanımlayışına katkıda bulunabilmelidir.
Bu yazı George Ryley Scott’ın ‘’İşkencenin Tarihi’’ adlı kitabından derlenmiştir.