İsimsiz soyisimsiz… Ya da meçhul erkek, meçhul kadın… Niçin bu kadar çok ilgimi çekiyor bu kendi ile ilgili hiçbir şey bilmeyen, hatırlamayanlar… Genelde sokakta bulunurlar. Ölmek üzeredirler. 112 gerekli müdahaleyi yapar, sonra bize getirirler. İsimsiz ve soyisimsizdirler. Dosyalarına yapıştırılan barkodda böyle yazar. İşte biri. Genç biri. Meçhul erkek. Çevresine şaşkın şaşkın bakıyor. “Adın ne?” diyoruz… Neye göre değiştiriyor bilmiyoruz. Soruş şeklimize göre mi, soran kişiye göre mi? Yoksa bilmediğimiz başka nedenleri mi var? Kimi gün Ahmet diyor, kimi gün Mahmut diyor. Ahmet Bey diye seslenince de Mahmut Bey diye seslenince de dönüp bakmıyor ama… Bir şey arar gibi bakıyor daha çok… Gözleriyle çevresine, hafızasının son kırıntılarını toplar gibi bakıyor…
Günlerce kirlerinden arındırmaya çalışıyoruz. Bir insan ayağı olduğu konusunda şüpheye düşürecek ayakları ve bir insan eli olduğu konusunda şüpheye düşürecek elleri var; yaşadığı çevre ile bütünleşmiş de oradan zorla koparılmış, sökülüp alınmış ağaç kökleri gibi elleri ayakları; toz, toprak ve birtakım siyahlıklar içinde. Gövdesi, gövdesinin kimi yerleri… Günlerce siliyoruz… O bir yuvası olduğu günlerdeki, nazik derisine ulaşmaya çalışıyoruz… O da beynini temizlemeye çalışıyor… Kahverengi gözleriyle şaşkın şaşkın bakıyor… Her bakışı bir toprak kayması sanki koca koca kesekler düşürüyor toprağı sanki bilinmeyen bir yerlerde… Katman katman bütün zarları atıp, beyninin soğanına gizlenmiş o ben’ine, her neredeyse, Ahmet mi, Mahmut mu olduğuna bir türlü karar veremediği o ben’ ine ulaşmaya çalışıyor…
Bir yere, bir düzleme, geri döndüğünü hissediyor ama… Belki de okuma yazma öğrendiği o ilk günlere… Her şeyi okuyor ve okuduğu her şeyi yemek istiyor… Üzerinde “Beybi” yazan eldiven kutusunu yemek istiyor: “Şu beybiyi versene beybiyi” Kan taşıma çantasının üstünde yazan “Yoğun Gözlem Odası”nı yemek istiyor…
Nerede ve kim olduğunu bilmese de yüzündeki mutlu ifadeden, kendini güvende hissettiğini biliyoruz.
Bir insanı, yemek yerken seyretmek, onun yaşamla olan ilişkisi konusunda birçok fikir verebilir. Günlerce aç kalmış biri gibi yiyor. Neredeyse plastik kapları da yiyecek… İnsanı en ilkel, en çıplak hali ile gösteren bir şey var onda… Ona çorba içirirken, elimdeki kaşığı göstererek, “bi kaşık da sen iç” diyor… Merhameti içimi acıtıyor, bir de aynı kaşıktan içebileceğimizi düşünecek kadar beni kendine yakın bulması…
“Hişşt…şurdaki pastayı versene” diyor en çok… “O pasta değil bak bir etiket” diyorum masanın üstündeki ruloyu göstererek…”O zaman ekmeği ver” diyor… Sürekli bir şeyler yemek istiyor. Çok aç kalmış, çok parasız kalmış, bir yaşantısı varmış gibi, bunu hissettiriyor. Ara sıra “Çay içer misin?” diyoruz… “Kaç para?” diyor… “Bedava” diyoruz, “Ver o zaman” diyor… Kafa travması… Birileri dövüp sokakta bırakmış… Kendi ile ilgili hiçbir şey bilmiyor. Yalnızca korkuları kalmış…
“Aç mısın?” diyor bazen durup dururken, “Bi ihtiyacın varsa çekinme söyle” Kavuştuğu rahatlığı paylaşmak, onun için bir tür şükür biçimi olsa gerek…
İyileşiyor, İsimsiz Soyisimsiz. Sosyal Servis, onun için pijama ve terlik gönderiyor. Bir çocuk gibi seviniyor pijamaları giyince. Biz de onunla birlikte seviniyoruz. Bir güneş açmış gibi gülümsüyor. Terliklerini de giyiyor yatağın içinde… Bırak diyoruz, inince giyersin, çocuk gibi ayrılmak istemiyor onlardan… Bir müddet yatağında terlikleri ile oturuyor. Yoğun bakımdan çıkarıyoruz… Servise götürüyoruz. Bol ışıklı bir oda. Gözleri kamaşıyor ilkin. Sonra çevresine bakıyor. “Hoş geldiniz” diyor yataklarında yatan diğer hastalara ve hasta yakınlarına… Gelen kendisi oysa… Birilerini buyur edebildiğine göre içinde, bir tür, “kendine gelme alanı” yarattığını düşünüp seviniyorum… “Hoş geldiniz” diyor yeniden gülümseyerek… Sanki bu ışıklı odayla, ayak seslerini duyduğu belleğine ve anılarına seslenir gibi…
Bir müddet daha arayacak gibi kendini… Yeni yatağına yatırıyoruz, “Gidiyor musunuz” diyor bize, “Evet” diyoruz. Yalvarır gibi “Gitmeyin kalın. Yer geniş! Hepimiz sığarız.” Diyor. Tüm evrenle özdeşleşmiş benliğine buyur eder gibi bizi… Kendinin de misafir olduğu bu kalabalık hasta odasında gözleriyle bize bir yer açmak ister gibi çevresine bakınıyor…
İçim acıyor. Kimi daha önce böyle yalnız bırakmak zorunda kaldıysam ben işte böyle… Kalabalıklar içinde yalnız… Kalbim anımsamıyor… Güneşli yüzüme bir gölge düşüyor… Yağmur çiseleyecek birazdan…