Bu yazı 21. yüzyılın en önemli sinirbilim yazarlarından biri olan Dr. David Eagleman’ın İncognito kitabından ve Mart 2015 tarihli TED konuşmasından derlenmiştir.
“Bizler çok küçük şeylerden meydana geldik ve büyük bir evrenin içine yerleştirildik. Gerçek şu ki, bizler bu iki ölçekteki gerçekliği de anlayamıyoruz; çünkü beyinlerimiz henüz dünyayı bu ölçekte anlayacak kadar gelişmedi. Bunun yerine, bizler tam ortada duran bu çok dar algı dilimine hapsedildik. Daha da tuhafı “home” dediğimiz gerçeklik diliminde bile gerçekleşen pek çok olayı göremiyoruz. Dünyamızdaki renkleri ele alalım, bunlar nesnelerden seken ve gözlerimizin arkasındaki özel alıcılara çarpan ışık dalgaları, elektromanyetik ışınımlar. Ancak biz buradaki bütün dalgaları göremiyoruz. Aslında gördüğümüz, bulunanın 10 trilyonda birinden daha azı. Şu an radyo dalgaları, mikrodalgalar, X-ray ışınları ve gama ışınları vücudunuzdan geçiyor ve sizin bundan hiç haberiniz olmuyor; çünkü bunları görmek için gereken biyolojik alıcılarla doğmadınız. Şu an vücudunuzdan geçen binlerce telefon konuşması var ve siz hiçbirini fark etmiyorsunuz. Dediklerim doğası gereği görünmez olan şeyler değiller.Yılanlar çevrelerini algılamak için bazı kızılötesi ışınlara sahiptir,arılar dünyayı morötesi ışınlarla görür ve bizler araba göstergesinde radyo frekansı aralığındaki sinyalleri algılayan makineler yapıyoruz. Hastanelerde X-ray ışınlarını algılayan araçlar yapıyoruz; fakat bunların hiçbirisini kendiniz hissedemezsiniz -en azından henüz değil- çünkü uygun algılayıcılarla donatılı değilsiniz. Bu da demek oluyor ki, gerçeklik deneyimimiz biyolojik yapımızla kısıtlanmış durumda. Söylediklerim; gözlerimizin, kulaklarımızın, parmak uçlarımızın değişmez gerçekliği algıladığını savunan düşünceye aykırıdır. Bunun yerine, beyinlerimiz dünyanın yalnızca küçük bir kısmını örnekliyor.
Hayvanlar aleminde farklı hayvanlar, gerçekliğin farklı noktalarını algılar. Kenenin kör ve sağır dünyasında önemli uyarıcılar, ısı ve bütirik asittir. Kara hayalet balığının dünyasında, algı dünyası elektriksel alanlarla dolu dolu boyanmıştır ve yankıyla yön bulan yarasa için gerçeklik, hava basınçlı dalgalardan oluşur. Her birisinin, çevresini algılayabileyeceği dilim bu kadardır ve bilimde buna bir ad veriyoruz: Umwelt.
Bu kelime, çevre sözcüğünü karşılayan Almanca bir sözcük. Muhtemelen, her hayvan umwelt’inin değişmez gerçeklik olduğunu varsayar; algılayabildiğimizin dışında bir şeylerin olduğunu düşünmemize ne gerek var ki? Bunun yerine, hepimiz gerçekliği bize sunulan neyse, o olarak kabul ederiz.
Farkındalık sağlayacak bir şey yapalım. Bir tazı olduğunuzu düşleyin, bütün dünyanız koku üzerine kurulu. 200 milyon koku alıcısı bulunan uzun bir burnunuz var, koku moleküllerini çekip yakalayan ıslak burun delikleriniz ve hatta burun deliklerinizde kocaman nefesler alabilmek için yarıklarınız var. Sizin için her şey koku demek. Bir gün iz peşindeyken bir aydınlanmayla karşı karşıya kalıyorsunuz. İnsan sahibinize bakıp düşünüyorsunuz: “Acınası ve kısıtlı bir insan burnuna sahip olmak acaba nasıldır? Cılız cılız solumak acaba nasıldır? 100 metre ötede kedi olduğunu nasıl olur da bilemezsin ya da komşunun altı saat önce tam burada olduğunu?”
İnsan olduğumuz için, bu türde bir koku dünyasında hiç yaşamadık,bu yüzden de yokluğunu hissetmiyoruz; çünkü kendi umwelt’imize sıkı sıkıya bağlıyız. Ben umwelt’imizi genişletme yollarıyla ve insan olma hissini nasıl değiştireceğiyle ilgileniyorum. Teknolojiyle biyolojimizi birleştirebileceğimizi zaten biliyoruz; çünkü yapay duyma ve görme araçlarıyla etrafta dolaşan yüzbinlerce insan var. Çalışma şekli şöyle: Bir mikrofonu alıp sinyali sayısallaştırıyorsunuz ve bir elektrot şeridini doğrudan iç kulağa yerleştiriyorsunuz. Ya da retina yerleştirmesinde, bir kamerayı alıp sinyali sayısallaştırıyorsunuz ve sonra bir elektrot ağını doğrudan göz sinirine bağlıyorsunuz. 15 yıl gibi yakın zamana kadar, bu teknolojilerin çalışmayacağını söyleyen birçok bilim insanı vardı. Neden? Çünkü bu teknolojiler, Silikon Vadisi’nin dilini konuşuyor ve doğal biyolojik duyu organlarıyla aynı ağız olmuyor bu dil. Ancak gerçek şu ki, çalışıyor; beyin sinyalleri kullanmanın bir yolunu buluyor. Peki bunu nasıl anlıyoruz? Büyük sırrı söylüyorum: Beyniniz ne duyuyor, ne de görüyor. Beyniniz kafatasınızın içindeki sessiz ve karanlık kasanın içinde kilitli. Görüp görebileceği şey, elektrokimyasal sinyaller, farklı veri kablolarından gelen sinyaller ve tek işleyeceği şey bu, fazlası değil. Şaşırtıcı bir biçimde beyin, bu sinyalleri alıp desenleri yakalayarak anlam vermede çok başarılı. Bunu iç evrenindekilerden bir hikâye oluşturmak için yapıyor. Bu hikâye de sizin öznel dünyanız ama asıl mesele şu: Beyniniz veriyi nereden aldığını bilmiyor ve umrunda da değil. Hangi bilgi gelirse gelsin, bilgiyi nasıl işleyeceğini anlıyor.
1960’lı yıllarda Wisconsin Üniversitesi’nde bir nörobilimci olan Paul Bachy-Rita, görme engellileri yeniden görüşe kavuşturmanın yolları üzerinde kafa yormaya başladı. Babası geçirdiği inmeden sonra yakın geçmişte mucizevi bir iyileşme göstermiş, Paul ise beynin dinamik biçimde yeniden düzenlenme potansiyeli karşısında büyülenmişti. Kafasında giderek büyüyen bir soru vardı: Beyin, bir duyunun yerine yenisini koyabilir miydi? Bach-y-Rita sonunda görme engellilere dokunsal bir ‘gösterim’ sunmaya karar verdi. Düzeneğin işleyiş ilkesi şöyle açıklanabilir: Kişinin alın bölgesine yerleştirilmiş bir video kameraya gelen video bilgisi, sırtta yer alan ve ufacık titreştiricilerden oluşan bir dizgeye girdi olacak şekilde dönüştürülür. Böyle bir aygıtı takıp gözleriniz bağlı halde odada yürüdüğünüzü düşünün. Önce sırtınızın bir bölümünde tuhaf bir örüntüyle kendini gösteren titreşimler hissedeceksiniz. Titreşimler sizin kendi hareketinize doğrudan bağlı olarak değişim gösterdiği halde neler olup bittiğini anlamak size oldukça zor gelecek. Bacağınızı sehpaya vurduktan sonra ise “bunun görmeyle uzaktan yakından ilgisi yok” diye düşüneceksiniz. Ama acaba öyle midir gerçekten? Gözleri görmeyen deney katılımcıları bu görsel-dokunsal değişim gözlüklerini takıp bir hafta kadar ortalıkta dolaştıktan sonra, yeni bir ortamda yönlerini bulmada oldukça başarılı hale gelirler. Sırtlarında hissettiklerini, yönelecekleri doğrultunun bilgisine çevirebiliyorlardır artık. Ama işin asıl şaşırtıcı yönü bu da değildir. Asıl şaşırtıcı olan, dokunsal girdileri algılamaya; onlar aracılığıyla görmeye başlamalarıdır.Yeterince uygulama yaptıktan sonra bu dokunsal girdiler, çevrilmeye ihtiyaç duyan bilişsel bir bilmece olmanın ötesine geçerek, dolaysız bir duyum haline gelir. Sırttan gelen sinirsel uyarıların görmeyi temsil edebildiğine inanmak size güç geliyorsa, kendi görme duyunuzun da aslında tıpkı bunlar gibi, yalnızca farklı kablolardan geçmeyi seçmiş bulunan milyonlarca sinirsel uyarıyla taşındığını hatırlayın, yeter.
Beyniniz, kafatasının içindeki sığınağında mutlak bir karanlıkla çevrelenmiştir. Hiçbir şey görmez. Tek bildiği, bu küçücük sinyallerden ibarettir. Ama siz buna rağmen dünyayı ışık ve rengin bütün farklı dereceleri ve tonlarıyla algılarsınız. Beyniniz karanlıktadır, ama zihniniz ışığı kurgulayabilir. İster gözlerden, ister kulaklardan, ister bambaşka yerlerden olsun, uyarıların nereden geldiği, beyni hiç mi hiç ilgilendirmez. Uyarılar, siz nesneleri itip, yerden yere vurup, onlara tekmeler atarken yaptığınız hareketlerle tutarlı biçimde ilişkilendirilebilir olduğu sürece beyniniz de görme adını verdiğimiz dolaysız algıyı inşa edebilir.Bu türden başka duyusal değiş tokuşlar da etkin biçimde incelenmektedir.
Kaya tırmanıcısı Eric Weihenmayer’i düşünün: Vücudunu hamlelerle ilerletip, son derece tehlikeli ve küçük kaya basamaklarına tutunmasını sağlayan konumlar alarak dimdik kayalıklarda kademe kademe ilerliyor. Kör olması ise başarısını katlayan bir etken. Weihenmayer, kendisini 13 yaşında kör bırakan ve retinoşizis adı verilen ender bir göz hastalığıyla dünyaya gelmişti. Bu durumun dağcı olma düşünü yıkmasına izin vermeyerek 2001 yılında Everest Dağı’na tırmanan ilk görme engelli dağcı oldu. Artık tırmanışlarını 600 ufacık elektrot içeren ve BrainPort olarak bilinen küçük bir levha parçasını ağzında taşıyarak gerçekleştiriyor. Bu, onun tırmanırken dili aracılığıyla görmesini sağlıyor.
Dil, normalde bir tat alma organı olduğu halde, taşıdığı nem ve yarattığı kimyasal ortam nedeniyle, yüzeyine karıncalanma duygusu veren bir elektrot levhası yerleştirildiğinde kusursuz bir beyin-makine haline geliyor. Levha, video girdisini bir elektriksel uyarı örüntüsüne çevirerek dilin normalde görme duyusuna atfedilen özellikleri (uzaklık, biçim, hareketdoğrultusu ve boyut gibi) algılamasını sağlar. Bu düzenek, bize gözümüzden çok beynimizle gördüğümüzü hatırlatır niteliktedir. Başlangıçta Eric gibi görme engellilere yardımcı olmak üzere geliştirilen tekniğin yeni uygulamalarında dil levhasına kızılötesi ve sonar girdileri de verilmekte ve böylece dalgıçların bulanık sularda görmesi, askerlerin de karanlıkta 360 derecelik görüşe sahip olması sağlanmaktadır. Eric, dilin bu şekildeki uyarımını başlangıçta tanımlanamaz kenarlar ve şekiller olarak algıladığını, ancak uyarımı daha derin bir düzeyde tanımayı hızla öğrendiğini ifade etmişti. Kendisi artık kahve fincanını rahatlıkla eline alabiliyor, bir futbol topuna vurup kızıyla karşılıklı paslaşabiliyor. Dilinizle görmek düşüncesi size hâlâ tuhaf geliyorsa, Braille alfabesiyle okumayı öğrenmeye çalışan kör bir insanın deneyimini düşleyin. Başlangıçta her şey küçük tümseklerden ibarettir, bir süre sonra tümsekler anlam kazanmaya başlar.
Beyin çok verimli türde bir makinedir. Özünde, çok amaçlı bir bilgi işleme aygıtı ve her şeyi içine alıyor, aldıklarıyla ne yapacağını anlıyor ve bu durum, Doğa Ana’ya farklı türde girdi yollarını kurcalama özgürlüğü sunuyor. Ben buna, evrimin P.K. modeli diyorum, çok teknik konuşmak istemiyorum ama P.K. Patates Kafa demek ve bu adı şunu vurgulamak için kullanıyorum: Bildiğimiz ve sevdiğimiz bütün duyu organlarımız; gözlerimiz, kulaklarımız, parmak uçlarımız, hepsi de yalnızca çevresel tak-kullan türü aygıtlar. Takıyorsunuz ve kullanmaya hazırlar. Beyin bunlardan gelen veriyle ne yapması gerektiğini çözüyor.Hayvanlar alemine baktığınızda da, birçok çevresel aygıt buluyorsunuz. Yılanların kızılötesini algılamak için ısı çukurları, hayalet balıklarının elektrik alıcıları ve yıldız burunlu köstebeğin 22 parmaklı uzantısı var. (Köstebek bununla çevresini hissederek dünyanın 3 boyutlu bir örneklemini oluşturuyor.) Birçok kuşun manyetiti var, bu sayede yönlerini gezegenin manyetik alanına göre buluyorlar. Bütün bunlar şu anlama geliyor: Doğanın sürekli olarak beyni yeniden tasarlaması gerekmiyor. Bunun yerine doğa, beynin belirlenen kurallarla yeni çevresel aygıtlar tasarlamasını sağlıyor. Pekâlâ. Bu, şu demek: Ortaya çıkan ders diyor ki, ele aldığımız biyolojiyle ilgili olarak aslında özel ya da temel hiçbir şey yok. Bunlar, karmaşık evrim sürecinden bize miras kalan şeyler. Ama bunlara uymamız gerekmiyor, bunun en iyi kanıtı da duyu değiştirme denilen kavramdan geliyor. Duyu değiştirme, beyne bilgiyi alışılmadık duyu yollarından sağlamak demek ve beyin bu bilgiyi anlamanın bir yolunu buluyor.
İlgi alanım, sağır insanlarda duyu değiştirmek ve bu projeyi laboratuvarımda yüksek lisans öğrencisi Scott Novich’le üstlendik, kendi tezi için projeye öncülük ediyor. Yapmak istediğimiz şey şuydu: Dünyadaki sesi öyle bir şeye dönüştürelim ki, sağır birisi söylenenleri bir şekilde anlayabilsin. Taşınabilir bilgi işlemenin gücü ve yaygınlığıyla bunu yapmak istedik, cep telefonlarında ve tabletlerde çalışmasını sağlamak istedik ve ayrıca bunun giyilebilir olmasını, elbisenizin altına giyebileceğiniz bir şey olmasını istedik.Taslak düşüncemiz şöyle: Sesler tablet tarafından alınıyor ve üstünde titreşim motorları bulunan bir yeleğe eşleniyor, telefonunuzdaki titreşim motoru gibi. Bunu sağır insanlarla bir süredir deniyoruz ve yalnızca biraz süre geçtikten sonra insanların yeleğin dilini anlayabildiği ortaya çıktı. Bu yelek üç ay giyildikten sonra kişinin, kör birisinin parmağı Braille alfabesine dokununca bilinçli bir müdahale olmadan anlamanın gerçekleştiği gibi doğrudan algısal duyma hissi yaşamasını bekliyoruz. Bu teknolojinin gerçekten de ezber bozan olma potansiyeli var; çünkü sağırlık için diğer tek seçenek biyonik kulak ve bu da tahrip edici bir ameliyat gerektiriyor. Elimizdeki teknoloji biyonik kulaktan 40 kat daha ucuza uygulanabilir, bu da teknolojiyi tüm dünyaya, en fakir ülkelere bile erişilebilir kılıyor.
Duyu değiştirmedeki sonuçlardan oldukça cesaretlendik, fakat uzun süredir düşündüğümüz asıl şey duyu ekleme. Bu teknolojiyi, tamamen yeni bir duyu eklemek için nasıl kullanabiliriz? İnsan umwelt’ini nasıl genişletebiliriz? Örneğin, Genel Ağ’daki gerçek zamanlı veriyi doğrudan insan beynine gönderip doğrudan algısal bir his oluşturabilir miyiz? Laboratuvarda yaptığımız bir deney şöyle: Deneğimiz Genel Ağ’dan gelen veriyi gerçek zamanlı olarak 5 saniye boyunca hissediyor. Sonra, iki düğme beliriyor ve bir seçim yapması gerekiyor. Neler olduğunu bilmiyor. Seçim yapıyor ve bir saniye sonrasında dönüt alıyor. Çarpıcı olan şey şu: Deneğin, desenlerin anlamı hakkında hiçbir fikri yok; ama doğru düğmeye basmada iyiye gidip gitmediğini görüyoruz. Denek, sağladığımız verinin gerçek zamanlı borsa verisi olduğunu bilmiyor,aslında hisse alıp satma kararı veriyor. Gelen dönüt, doğru şeyi yapıp yapmadığını bildiriyor.Ve gördüklerimize göre insan umwelt’ini genişletebiliyoruz, böylelikle deneğimiz, birkaç haftanın ardından gezegendeki ekonomik dalgalanmaları doğrudan algılar hâle geldi. Ne kadar başarılı olduğunu daha sonra bildireceğiz. Ayrıca pilotların da umwelt’ini genişletiyoruz. Buradaki durumda, bahsettiğimiz yelek dokuz farklı bilgiyi alıyor, bu bilgiler yalpalama, sapma, yönelim ve ilerleme bilgileri ve bu durum pilotun uçurma yeteneğini geliştiriyor. İşin özünde, sanki derisi yukarıda uçuyormuş gibi oluyor. Bu yalnızca başlangıç. Öngördüğümüz şey, birçok düğmeyle dolu pilot kabinini alıp bütün her şeyi okumaya çalıştığımız durumdan hissettiğimiz duruma döndürmek.
Artık bilgi dünyasında yaşıyoruz ve büyük verilere erişmekle deneyimlemek arasında fark var. Bence, insan duyularını genişletmede ufuktaki olasılıklarda bir son yok.Bir düşünsenize; bir uzay insanı, Uluslararası Uzay İstasyonu’nun genel durumunu vücudunda hissedebilecek ya da sağlığınız için gözle görülmeyenleri hissedebileceksiniz; kan şekeriniz, vücudunuzdaki mikrop oranı, 360 derecelik görüş açısı, kızılötesi veya morötesi görebilmek gibi şeyler. Kilit noktası şu: Geleceğe doğru ilerledikçe gitgide daha çok kendi tak-kullan çevresel aygıtlarımızı seçebileceğiz. Doğa Ana’nın kendi zaman akışına göre duyu organları hediye etmesini artık beklemek zorunda değiliz, bunun yerine, iyi anne babalar gibi, doğa ana kendi yörüngemizi belirlememiz için gereken araçları verdi. Şu anki sorumuz şu: Kendi evreninizi nasıl keşfetmek ve hissetmek istiyorsunuz?’’