İnsanlar arasındaki eşitsizliğin temeli nedir? Bu sorunun cevabını günümüzde bile aramaya devam ediyoruz. Aynı soru, 1753’te Académie de Dijon tarafından bir yarışma konusu olarak sunulmuştu. Aydınlanma Dönemi’nin hararetli eleştirel ruhunu taşıyan Jean-Jacques Rousseau, akademinin daha önceki yarışmasına da katılmış ve kendisine ün getiren büyük yapıtını kaleme almıştı: Bilimler ve Sanatlar Üzerine Söylev (1750). Bu kez ise yaptığı eleştiriler oldukça sert olmakla beraber, çağdaşlarına da karşı çıkacak, üstelik kendi hayal gücüne dayanan orijinal fikirler üretecekti. Böylece bu biricik soru, Rousseau için, aslında gereksiz olan bu eşitsizlik illetinin kökenlerini anlamlandırmaya fırsat verecek ve İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Temeli ve Kökenleri adlı eserini yazacaktı.
Bu eser, insanı bir yandan üzen, öte yandan yüzyıllar önceki bir öngörünün hayretine düşüren bir önsözle başlıyor: “Ey insan! Hangi ülkeden olursan ol, düşüncelerin ne olursa olsun, beni dinle; yalan söyleyen hemcinslerinin kitaplarından değil de hiç yalan söylemeyen doğadan okuduğumu sandığım öykün, tarihin, işte buradadır. Ondan gelecek olan her şey doğru olacaktır, benim istemeden katmış olacağımdan başka hiçbir şey yalan veya yanlış olmayacaktır. Söz konusu edeceğim zamanlar, çok uzaklarda kaldı; o günden bu yana ne kadar çok değiştin! Sana sahip olduğun ve aldığın eğitimle edindiğim alışkanlıkların bozduğu ama yok edemediği nitelik ve yeteneklerine bakarak, insan türünün hayatını anlatacağım. Bireysel insanın, durup kalmak isteyeceği bir çağ olduğunu hissediyorum; sen, insan türünün durup kalmış olmasını isteyeceği çağı araştıracaksın. İlerdeki bahtsız kuşakların daha da büyük hoşnutsuzluklara uğrayacağını şimdiden haber veren sebeplerle, bugünkü durumundan hoşnut olmayan sen, belki geriye, eski hayata dönmeyi isteyebilirsin; bu duygu ilk atalarınla bir övgü, çağdaşlarının eleştirisi ve senden sonra yaşamak bahtsızlığına uğrayacak olanlar hesabına duyulan büyük üzüntünün ifadesi olsa gerektir.”
Rousseau, doğru bir yargıya varabilmek için insan doğasının didik didik edilmesini, ta başlangıca kadar irdelenmesi ve araştırılması gerektiğini düşünüyordu. Bu yüzden, kendinden önceki düşünürlerin de (Locke ve Hobbes gibi) üzerine hipotezler ürettiği, felsefi ve varsayımsal bir kavram olan “doğa hali” kavramını onlardan farklı bir şekilde ele almakla işe başladı. Bu noktadan itibaren Rousseau’nun iyimser ile kötümser arası bir yaklaşımı olduğunu görmek pek de zor değil. Hobbes, doğa halindeki ilkel insanın kendisini koruma isteği doğrultusunda savaşçı bir ruha sahip olduğunu savunarak, bu doğa halini “herkesin herkese karşı olan savaşı” olarak hayal ediyordu. Onun bakış açısından o zamanlar insan, insan için “kurt” demekti. Rousseau ise iyimserliğini şu düşüncesiyle gösteriyordu: İnsan varoluşu gereği iyidir ve onun iyiliğini bozan şey toplumdur. Doğa halindeki insanın diğer insanlara kötülük yapma gibi bir isteği yoktur; çünkü bu ilkel insan, sosyalleşmiş insanın sahip olduğu tehlikeli arzulara ve kötülük ya da iyilik kavramına sahip değildir. Bu noktada Aristo’nun “insan doğası gereği sosyal ve politik bir hayvandır” sözüne de karşı çıkıyordu.
İlkel insanın “amoral” bir varlık olduğuna inanan Rousseau, özel mülk kavramı ortaya çıkıncaya kadar insanların huzur içinde yaşadığını düşünüyordu. Tıpkı hayvanlar gibi içgüdülerine göre yaşayan insanların cümleler kurmaya da ihtiyacı yoktu, çünkü karmaşık düşüncelere sahip değillerdi ve basit sesler çıkararak anlaşmaları gereken yerde anlaşabiliyorlardı. Bu açıdan dil, ilk toplumsal kurum olarak insanın karşısına çıkıyordu. Özel mülk ile beraber insanlar âşık olmak, kıskanmak ve aile kavramını öğreniyordu. Böylece düşünceleri gitgide daha karmaşık hale geliyordu ve kelimelerle ifade etme ihtiyacı doğuyordu. Zaman geçtikçe teknoloji de gelişti ve insanlar tarım gibi alanlarda çalışmaya başladılar. İnsanın kendini mükemmelleştirme ve ilerleme kaydetme isteği onu bir felakete sürüklüyordu. Doğa halinde yalnızca fiziksel farklılıklardan kaynaklanan insanlar arasındaki eşitsizlik, yerini sosyal eşitsizliklere bırakacaktı.
İş bölümünün ortaya çıkışının sebep olduğu statü ve zenginlik merakı insanların doğa halinde sahip oldukları mutluluğu mahvetti ve onlara yabancı oldukları hisler, korkunç arzular aşılamaya başladı. Öte yandan, cinsiyet eşitsizlikleri de toplumlarda iyice yer ediniyordu. Böylece iç içe geçen ve sosyalleşen insanları büyük savaşlar, cinayetler, korkunç olaylar bekliyordu. Eşitsizlik hiç var olmamış olsaydı bunların hiçbirinin olmayacağına inanan Rousseau, eşitsizliğin kökeni olan özel mülk ve toplumlaşma ile birlikte, ilkel insanın hayatını düzenlemeye yeten “doğal yasalar”dan, insanların bir “devlet” oluşturmasına yarayan yeni yasalar icat ettiğini vurguluyor. Daha sonra bu temel düşünceleri, özgürlük üzerinde yoğunlaşarak “Lettres écrites de la montagne” eserinde olduğu gibi, Toplum Sözleşmesi’ne de yansıtıyordu.
Birbiri ardına sıralanan birtakım olaylarla beraber insanların artık yönetilmesi ve yasalara boyun eğmesi gerekecekti. Gelgelelim, eşitsizlik burada daha da fazla gösterecekti kendini: En güçlü olan kimse hâkimiyeti de o kuracaktı. En iyi yönetim şeklinin demokrasi olduğuna inanan Rousseau, despotizme de karşı çıkacaktı böylece. Onun için özgürlük, bir başkasına istemediği bir şeyi yaptırmamak ve bir başkasının isteğine de kendi iradesi dışında boyun eğmek zorunda kalmamaktı.
Romantik bir yazar olduğunu bildiğimiz Jean-Jacques Rousseau, bu düşünceleriyle özellikle devrimciler arasında fazlasıyla takdir edilecekti. Konuya fazla iyimser bir şekilde yaklaşmış olsa da, iz bırakmış olması şaşırtıcı değildir. Çünkü kişiliğini tüm eserlerine çekinmeden yansıtan bir düşünürdür aynı zamanda. Bunca optimist varsayımlardan sonra insanlığa dair yapılan keşifler (özellikle Göbeklitepe gibi), “ilkel” insanların aslında o kadar da aptal olmadıklarını kanıtlar gibi görünüyor. Yine de, kendi dönemine ve sonraki nesillere de damgasını vuran Rousseau’nun insanı anlama çabası görmezden gelinecek gibi değildir.
Yazı için teşekkürler yalnız anlamadigim bir bölüm var .locke ve hobbes ‘ un doğa durumundan bahsetmişsiniz; yalnız hobbes ile locke” un doğa durumları aynı düzlemde değil bildiğim kadarıyla, şöyle ki : evet hobbes da homo homini lupus mottosu , leviathan’ in kanatlarına kazınmışken locke-in doğa durumunda insan iyi durumdadır, rahat ve özgürdür, ne zaman ki özel mülkiyet ve para kazanma hırsı biraraya geldi ve sentezinin vücut bulmuş halinden çekinen insanlar tıpkı rousseau daki gibi bir sözleşme altına girdiler .zaten liberalizmin onemli figurlerinden hatta amerikanin yasalarinin ilham aldigi soylenen locke ‘ un hobbes le ayni potada olmasi iptal edilmesi gereken bir üçlük atış gibidir . bahsettiğiniz gibi rousseau ‘da da insan ilk etapta çok iyiydi; devreye mülkiyet girene kadar . Ve yine klasik toplum sözleşmesi, rızanın imalatı vs. Rousseau ilk medeni insan olarak zaten çiti çekip burası benim diyen zalımı görüyordu değil mi ? Neyse benim alanın rousseau değil ama okurken birden bunları yazmak geldi içimden .
Tekrar teşekkürler