Albert Gore’un Dengedeki Yeryüzü kitabında Duwamish Kızılderililerinin şefi Seattle’ın 1854 yılında Washington bölge valisine yaptığı meşhur bir konuşma aktarılır;
‘’Gökyüzünü nasıl satın alabilirsiniz? Ya toprağı? Bu bize yabancı bir kavramdır.Yeryüzünün he bir parçası benim halkım için kutsaldır. Parlayan her bir çam iğnesi, her kumsal, loş ortamların sisi, her otlak, kıpır kıır her böcek. Tümü, halkımın hafızasında ve tecrübelerinde kutsaldır… Bizim çocuklarımıza öğrettiklerimizi siz de kendi çocuklarınıza öğretecek misiniz? Yani yeryüzünün anamız olduğunu. Yeryüzünün başına gelecek bir kötülük,yeryüzünün tüm evlatlarının başına gelir. Şu kadarını biliyoruz: Yeryüzü insana ait değildir ama insan yeyüzüne aittir. Her şey bizleri birleştiren kan gibi birbiriyle bağlantılıdır. İnsan yaşam ağını örmez ve o ağın sadece bir telidir. İnsan yaşam ağına ne yaparsa,kendine yapmış olur.’’
İnsanın yeryüzü ile ilişkisine dair bu sağduyulu ve erdem dolu sözler oldukça dokunaklı değil mi? Oysa Seattle’ın o gün söylediği sözleri kimse bilmemekte. Bu metin senarist ve sinema profesörü Ted Perry tarafından, ABC televizyonunda yayınlanan bir dizi için 1971 yılında yazılmış. Şef Seattle’ın Matt Riley’nin bildirdiğine göre köle sahibi olduğu ve tüm düşmanlarını katlettiği yönünde de günümüze ulaşan pek çok bilgi vardır.
Popüler kültürde Kızılderililerin doğa ile bütünlük içerisinde, doğaya saygı duyarak ve sakınarak avladıkları hayvanların soyunu tüketmemek için özenli davrandıkları yönünde bir inanış vardır. Çevrebilimci Carls Kay Kuzey Amerikalıların büyük av hayvanlarını koruduklarına dair hiçbir kanıt olmadığı sonucuna varmıştır. Kay, Kızılderililerin daha Kolomb Armeika’ya ayak basmadan önce Rocky sıradağlarının büyük bir kısmında yaşayan geyikleri soyunun tükenmesinin eşiğine getirdiklerini ileri sürer. Allyn Maclean Stearman, Bolivya’da yaşayan Yuqui halkının hamile ve küçük yavrusu olan maymunları avlamayı tercih ettiklerini tespit etmiştir. Çünkü onları yakalamak daha kolaydır ve maymun cenini lezzetli bir yiyecek olarak addedilir.
Tarih 60.000 yıl öncesinden bu yana Amerika’da Avustralya’da ve okyanus adalarında birçok hayvan türünün insanlar tarafından yok edildiğinin kanıtları ile doludur. Kabile halklarının çevrelerini aşırı ölçüde sömürmelerini kısıtlayan engelin bir özkısıtlama kültüründen ziyade teknoloji ve talebin getirdiği kısıtlamalar olduğu yönünde görüş bildiren pek çok araştırmacı bulunmaktadır.
Michael Schermer’ın bildirdiğine göre, Michigan Üniversitesi’nden çevrebilimci Bobbi Low, 1996 tarihli etkileyici bir çalışmasında Standart Kültürlerarası Örnekleme verilerini kullanıp, ilkel insanların doğal dünyaya saygıyla yaklaşma tutumlarına dönerek ve uzun vadeli grup odaklı değerleri seçerek, ekolojik sorunlarımızı çözebileceğimiz hipotezini sınadı. Tüm dünyadan 186 avcı-balıkçı-toplayıcı toplum üzerinde yaptığı inceleme, çevre kullanımlarını kutsal yasaklar gibi tutumların değil, ekolojik kısıtlamaların yönlendirdiğini ve çevreye görece az zarar vermelerinin de bilinçli bir koruma çabasının değil, nüfus yoğunluğundaki düşüklüğün, verimsiz teknolojilerin ve karlı pazarların bulunmamasının sonucu olduğunu gösteriyordu. Low ayrıca, bu toplumlarının % 32’sinde koruma çabası harcanmadığı gibi, çevrenin ciddi şekilde bozulduğunu da gösterdi; bir kez daha, bozulma yalnızca imha ve soyu tüketme işini tamamlayacak zaman ve teknolojiyle sınırlıydı. UCLA’dan antropolog Robert Edgerton, ABT analizini insan kültürünün başka alanlarını da içerecek şekilde genişleterek antropolojik kayıtları araştırdı ve Batı değerleriyle kirlenmemiş sanayi öncesi yerli halklarda uyuşturucu bağımlılığının, kadın ve çocuk tacizinin, sakatlamanın, grubun siyasi liderler tarafından ekonomik olarak sömürülmesinin, intihar ve akıl hastalıklarının açık kanıtlarını buldu.
William Buckner ise, 2004 tarihli bir çalışmada Michael Gurven’ın etkileyici miktarda kültürler arası veriyi sıralayarak, avcıların, avlarının başkalarıyla paylaştıklarından daha çoğunu kendileri ve aileleri için tuttuklarını belirttiğini bildiriyor. Avcı-toplayıcı toplumlarda epeyce paylaşım olduğu inkar edilmese de genel bir eşitlik olduğuna dair yaygın kanıların ciddi şekilde abartılı olduğu belirtiliyor. Avcıların başkalarına onların kendilerine verdiğinden daha fazla et verdiği durumlarda bile, iyi avcıların, bu ilişkinin incelendiği her yerde daha yüksek statüye sahip olma ve daha fazla üreme fırsatına sahip oldukları görülüyor. Av getirileri ve üreme başarısı gibi somut refah durumları ve partner değiştirme ve paylaşma sayısı gibi ilişkisel refah durumları hesaba katıldığında ılımlı bir eşitsizlik seviyesine sahip oldukları söylenebilir. Bu birçok tarım toplumundan ve ulus devletten daha düşük bir eşitsizlik seviyesi olsa da, birçoklarının avcı-toplayıcılardan beklediği eşitlikçilik seviyesini de yansıtmıyor.
Avcı-toplayıcı toplumların çoğunluğunda erkek çok eşliliği var. Bu toplumlarda, kadınlar için ortalama evlilik yaşı 13,8, erkekler içinse 20,7. Antropologlar, çağdaş batılı toplumlarda çocuk evliliği sayılan bir şeyi savunmak yerine çoğunlukla bu bilgiyi tamamen hasır altı etmeyi tercih ediyorlar. Antropologlar Douglas Fry ve Geneviève Souillac, “Göçebe avcı verileri, düşünce ve davranışta, cinsiyet eşitliği dahil eşitliğe yönelik bir insani eğilim olduğunu gösteriyor,” deseler de mevcut veriler bunu en ufak şekilde desteklemiyor. Tam tersine, 1978’de Robert Tonkinson, Avustralya’daki Mardu avcı-toplayıcıları arasında “Mardu erkeklerinin kendilerini kadınlardan daha yüksek ritüel sorumluluğuna, daha yüksek statüye, daha fazla güce ve daha fazla hakka uygun gördüğünü; bunun, haklar çatıştığında ve merkezi önemdeki dini yaşamda erkeklerin genellikle üstün olduğu bir toplum olduğunu” buldu. Venezüela’nın Hiwi ve Paraguay’ın Ache halklarında, kız bebekler ve çocuklar daha fazla bebek katlinin, ihmalinin ve çocuk katlinin kurbanı oluyor. Savaştaki veya geçim için aşırı şekilde erkek avcılığına bağımlı avcı-toplayıcı toplumlarında kız bebeklerin ihmal edilmesi veya öldürülmesi çok yaygın. 1931’de, Knud Rasmussen, tamamen erkek avcılığına ve balıkçılığına bağımlı olan Netsilik İnuitlerinde görüşülen ebeveynlerde doğan 96 kız çocuğundan 38’inin öldürüldüğünü kaydetmiş.
Avcı-toplayıcı toplumların cinayet oranlarını çağdaş ulus devletlerinki ile karşılaştırmak da öğretici. 2013 tarihli “From the Peaceful to the Warlike” başlıklı bir makalede, antropolog Robert Kelly, 15 avcı-toplayıcı topluma dair cinayet verilerini veriyor. Bu 15 toplumdan 11’indeki cinayet oranları, şiddetin yaygın olduğu birçok modern ulus devletten daha yüksek ve 15’inden 14’ünde cinayet oranları 2016 yılı ABD oranlarından daha yüksek.
1755’te Jean-Jacques Rousseau, “doğa tarafından yabanilerin aptallığından ve uygar adamın tehlikeli sağduyusundan eşit uzaklığa yerleştirilmiş, ilkel halindeki insandan daha hoş bir şey olamaz,” iddiasıyla, soylu vahşiyi Batı kültüründe kutsallaştırmıştı. Oysa bu araştırmalar gösteriyor ki, avcı-toplayıcı toplumlar üzerine popüler medyada çıkan yakın tarihli makalelerden birçoğu, bu toplumları doğru yansıtmıyor. İnsanlık dünya üzerinde var olduğundan bu yana, benzer mücadelelerle yüz yüze kalmış görünüyor. Geçmişte herkesin sağlıklı, mutlu ve eşit olduğu, modern yaşamın zorluklarının dokunmadığı doğa ile uyum içinde yaşandığı bir toplum olduğuna inanmak hoş olsa da bu bulgular bize ilkel toplumların romantize edilerek sunulduğunu gösteriyor.