Her ne kadar çevreme, “post endüstriyel çağda göstergebilimsel olarak yoksul ve temsili” isimli bir makale üzerinde çalıştığımı ve bu yüzden de gözlem yapmak amacıyla iftar çadırlarına gittiğimi söylesem de, aslında akşam yemeklerini bedavaya getirmeye çalışıyordum. Kitlesel yoksullaşma sürecinin hızla derinleştiği böyle bir dönemde, en azından akşam yemeklerini bedavaya getirmek, işsizlik denen ağın içinde çırpınan insanlar için oldukça büyük bir nimet. Tabii bu imkan ve şartlar dahilinde düşünüldüğünde, kimse yemeğin lezzetini tartışmaz ama yine de her gün aynı şeyleri yeme düşüncesi lezzete nazaran biraz daha önemli bir konu sanırım. Örneğin geçen sene tüm bir Ramazan boyunca tavuk pilav çorba, tatlı olarak tulumba ve içecek olarak da ayran vermişlerdi. Çok zevkli bir seçim olduğu söylenemez. Şikayet ettiğim düşünülmesin, ayrıca boğazına düşkün biri falan da değilim.
İftar çadırındaki sıcak dev kazanlardan çadırın içine dolan ve birbirine karışarak harmanlanan yemek kokularını tarif etmek zordur, özellikle de bu koku çadırın içindeki masalarda yerini çoktan almış ve köpükten yapılmış tabldotlarına kepçeyle doldurulmuş yemekleri önlerinde, top atışını sabırla bekleyen erkencilerin vücut kokusuyla karıştığında. Sıraya girmeye hazırlanırken burnuma gelen işte tam da bu kokuydu. Çok hoş bir koku olduğu söylenemese de koku falan düşünecek halim yoktu açıkçası. Sadece sıranın uzunluğunu metre cinsinden ölçer, sonra bu sayıyı ezana kaç dakika kaldığına bakıp o sayıya bölerdim, genelde bunu yaparım, bana sıra gelene kadar yemek kalıp kalmayacağını ölçmek için uydurduğum ve birkaç kez işe yaradığına tanık olduğum bir oyundur bu.
İnsan, ister banka, ister doktor, ister iftar yemeği sırasına girsin farketmez, tüm bu sıraya girişler insan varoluşunda katlanılması zor bir daralma yaratır: Can sıkıntısı. Zaman çabuk geçsin diye bu tür sıralarda şu ya da bu bahaneyle sohbet açmaya çalışan çok fazla insan vardır. Önümdeki amca da onlardan biriydi.
“Ölmüşlerinin canına değsin” deyiverdi birden, muhafazakar cemiyet hayatının saygın simalarından biri, merhum babası için veriyordu bu iftarı. Oldukça büyük bir brandada merhumun adı ve iftarı veren aile yazıyordu, 100 metreden falan rahatça okunabilirdi, o kadar büyüktü yani. Amin dedim. Söz döndü dolaştı, çeşitli tepeciklerden, minik dereciklerden aştı, sağa saptı sola saptı iftar yemeğinde ne olduğuna geliverdi. Söz sırası bendeydi; bir çırpıda sayıverdim:
-Oldukça ciddi bir ifadeyle; bu akşam Pataşur içerisinde Çerkez Tavuğu, Zencefilli Somonlu Suşi, Tartalet içerisinde Antakya usulü Humus, Susamlı Levrek Simidi, Aydın usulü kuzu çöp şiş varmış amca! Tam saraylara layık!
Brechtyen oyunculuğumun da büyük etkisiyle şoka uğrayıverdi. Gerçeklikler arası uçurumda kanat takıp uçma fırsatı, belirsiz bir acaba ve sezgiselliğin genlerimize işlemiş çoğu zaman işe yarayan kontrolcülüğü yüzünde, kuvvetle muhtemeldir ki; kendisinin de daha önce pek tanımadığı bir anlatım oluşturmuş, “ben bunları yemem koçum tarzı” bir ifade belirmişti. Haksız da sayılmazdı, istese de yiyemezdi.
Sonra birden kendisiyle dalga geçtiğim olasılığı kafasında daha da belirmiş olacak ki, kendi kendine homurdandıp sert sert yüzüme baktı, söyleyecek bir şeyler arıyordu. Bu yemeklerin iftar çadırında olmasına ihtimal veremezdi, ben de veremezdim, sıradaki hiç kimse veremezdi. İhtimal veremediğimiz kadar da vardı hani. Böyle şeyler gerçek hayatta olmuyor. Olası bir gerginliği başlamadan bitirmek için devam ettim:
-Ejder Meyveli Smoothie (Chia tohumu eşliğinde), Efuli (Liçi meyvesi eşliğinde), Aloevera (Starex meyvesi eşliğinde), Orman Meyveli Special, Bahçe Naneli Limonata, Taze Sıkılmış Portakal, Taze Sıkılmış Greyfurt, Taze Sıkılmış Havuç, Taze Sıkılmış Elma da varmış dedim. Parantez içindekileri parantez içinde diye belirttikten sonra söyledim tabi. Kafasının karışmasını istemezdim.
Deli olmadığımı bildiği halde, deli olduğumu düşünür gibi yaptı. Delilerle konuşmayı birden keserseniz hiçbir toplumsal ilişki müeyyidesini çiğnememiş olursunuz. Böylece önce saatine, sonra son bir kez alaycı gözlerle gözlerime baktı ve yerde duran bir sigara izmaritini sanki hala yanıyormuşcasına ayağının burnuyla ezdi, ezdi, bir daha ezdi. Nedense bana sinirlenmişti… Oysa ejder meyveli smoothienin bize olan göreli uzaklığı, o ya da ben analitik düzlemde nereye yerleştirilirsek yerleştirilelim hemen hemen aynıydı.
Yapmaya çalıştığım şey Marksist propaganda yöntemlerine deneysel bir biçimde yaklaşmak ve karavanadaki sıramın gelişini hızlandırmaktan ibaretti. Bana kızmasına gerek yoktu, umarım günün birinde onunla ejder meyveli smoothie tokuşturabiliriz.
Uzun bir suskunlukla bezeli olan sıranın yavaş ilerleyişi, karavanalara yaklaştıkça yerini, yemek yeme düşüncesinin somutlaşmasına bıraktı ve uzaktan gelen çorba kokuları ruhumun en derin hücrelerindeki arzuları gıdıkladı. Yoksullar mutlu edilmesi en kolay varlıklardır! Sıranın en başında üniversite hayatı önce Fransızca sonra da Latince bölümlerini bırakmaktan ibaret olan bir arkadaşımı gördüm. Geçenlerde parasız şairlerin gittiği bir kahvede karşılaşmış ve bana, saygın bir dergi için “Sürüye uymanın meşruluğu ve sırada beklemenin konformizmi” isimli bir yazı için iftar çadırlarına gitmeyi düşünüyorum demişti. Onunla muhafazakar kapitalist bir aileyle, beyaz Türk kapitalist bir ailenin Çırağan Sarayı’ndaki düğününde, açık büfe civarlarında bir yerde karşılaşmak isterdim. Yine de bilirsiniz ki böyle şeyler gerçek hayatta olmaz.