Karanlığın, şehirlerin üstüne çökmeye başladığı zaman dilimlerini hiç sevmiyorum.
Sanırım muhayyel yaratıklardan, çarpışmalı araba kazalarından, terör olaylarından korkuyorum o an…
Öyle vakitlerde kendimi güvende hissettiğim yer neresiyse orada olmak veya çekilip bir kenarda, akşam ezanı sırası hengâmesinin geçmesini beklemek istiyorum.
Çocukluğumdan kalan sarsıntıların hep böyle akşam pusarıklığının, hafif sisle birlikte çiseleyen yağmurun içinden çıkıp gelmesiyle alâkalıdır belki de bu durum.
Tek kanaldaki Anadolu’dan Görünüm, Perde Arkası gibi programların başlama müzikleriyle içimin acıdığı ve çocukça da olsa melankolik bir hayat sürdüğüm zamanlardı.
Bilmediğim şeylerden acı duyuyordum ve işlemediğim cürümlerin vicdan azabıyla yanıp tutuşuyordum. Neden böyle olduğumu kendime ısrarla soruyordum ve yeterli, kayda değer bir cevap alamıyordum.
Annemlerle birlikte halamlara gittiğimizde jarse kaplı minderlerin üstünde, büyüklerin konuşmalarını, benim horoz dövüşlerine ve cins tavuk yetiştirmeye olan merakımı birbirlerine anlatmalarını dinleye dinleye ve başka âlemlere geçerek uyuyup kalıyordum.
Rüyalarımda da kendimi sorumlu ve sorunlu hissediyor, tam anlamlandıramadığım ve kavramlaştıramadığım nedenlerden ıstıraplara gark oluyordum.
Sanki acı çekmek bir uzvum haline gelmişti.
Olağanüstü Hâl Bölge Valisi Hayri Kozakçıoğlu’ydu ve her gün farklı bir vilayette çeşitli incelemeler yapıyor, bir takım temaslarda bulunuyordu.
Zafer Kiraz’ın sunduğu ana haber bültenlerinden öyle duyuyordum. Her şey griydi, eskizdi ve canlı renkler, savrulan hayatlar, kıyıda köşede kalmış insanlar bize fazlasıyla uzaktı.
Bir gün, akşam ezanı okunmuştu, tüm tavuklar tüneklerine girmişlerdi, ama çok sevdiğimiz cana yakın horozumuz eve gelmemişti.
66 model bir Jeep mi çarpmıştı, hantal bir traktörün altında mı kalmıştı? Bizi bırakmış, başka tavukların, ne zamandır hayalini kurduğu yaşamların arkasından, uzak tüneklere mi gitmişti?
Merak, endişe ve korku içindeydik. Kardeşim ile evin etrafında horozumuzu aramaya başladık. Badem ağaçlarının başları, pis su akan derenin içinden fışkırmış yabani incirlerin arası demeden her tarafa bakıyorduk.
Zeytin bahçesinin aşağısına indiğimizde bir hareketlilik gördük. Komşumuzun iki horozu bizim horoza tekme tokat girişmişlerdi ve onun yüzünün kenarlarından, boğazından yumak yumak tüy kopartıyorlardı. Kanat sesleri, tehditvari gogurdamalar ortalığı inletiyordu.
Bizim Hint kırması onlara karşı, elinden geldiğince kendini savunmaya çalışıyordu ama hareketleri gelişi güzeldi ve kontrolsüzdü; fena hırpalanmıştı.
Derhal müdahale ettik, olay mahallinden komşunun saldırganlarını kovaladık.
Bizim horoz, sanki kendisine yapılan hücum devam ediyormuş gibi bir bilinmeze doğru hamleler yapıyor; kimi zaman da bir tür alışkanlıkla kafasını korumaya çalışıyordu.
Onu kucağımıza aldık, bedeni sıcacıktı, seğiriyordu. Her tarafı yara bere, ter ve al kanlar içindeydi. Yüreğinin gümlemesi de bizim kalp atışlarımıza karışıyordu.
Dünya ile bağlantısı kopmuştu. Gücü yettiği nispette karşı koymak, elinden gelen gayreti göstermek ve sonunda da çatlamak istiyordu. Sanki yaklaşan ölümün şehvetli kokusunu almıştı.
Beynimin içindeki ekranda, önce Anadolu’dan Görünüm, ardından da Perde Arkası başlamıştı. Yine insan hayatlarının kırılmaları yaşanıyordu bir yerlerde… Olmayacak şeyler vuku buluyordu.
Hatta Güntaç Aktan ile Ertürk Yöndem TRT’deki programlarının saati konusunda anlaşmazlığa düşmüşler, onlar da birbirlerine girmişlerdi.
Gri nitelikler, boz bulanık görüntüler, jarse kumaşların örttüğü minderler ve kırmızı kadifeler birbirini takip ediyordu.
Bir an halamların evinde olmak, beyaz badanalı duvarda asılı eşyaları incelemek ve yüksek raflardaki demir çanaklara, bir kenarda duran bakır haranılara bakmak istiyordum.
Sonra da kulağıma gelen dedikoduları dinleye dinleye gözlerimi kapatmak, dingince düşlere dalmak istiyordum ama hayat beni boş bir tarafımdan yakalamıştı.
Siğim siğim (yavaş yavaş, ince ince) ağlayarak eve geldik. Yaralarına zeytinyağı sürmek için, zavallı hayvanı ışığın altına tuttuk.
Ama esas balyoz o zaman indi başımıza… Çünkü horozumuzun iki gözü de kör olmuştu. Kardeşimle birbirimize bakıp tekrar koyuverdik kendimizi.
Babamdan aldığımız tavsiyelerle pansuman yaptık ama kabuk ve nasır bağlamış o gözler iyileşmedi. Aradan birkaç gün geçtikten sonra da, büyüklerin ortak kararıyla, iyice içine kapanmış, küçülmüş ve yüzü uzamış horozumuzu kestiler.
Tavuklarla ilgilenmeyi bıraktım, gurk olmuşların altına yumurta bile koymuyordum artık.
Hayri Kozakçıoğlu, hâlâ Olağanüstü Hâl Bölge Valisi’ydi. Zafer Kiraz, ciddiyetle haberleri sunmaya devam ediyordu fakat benim trajik olarak kesilen horozum herhangi bir ajansta haber olarak geçmemişti.
Her hafta Perde Arkası’nda, Anadolu’dan Görünüm’de kesik kesik manzaralar, kırsallar, uzatılan mikrofonlar ve ağlayan insanlar gösteriliyordu. Güntaç Aktan, donuk bir yüzle biteviye konuşuyordu. Ertürk Yöndem ise yoksullukla mücadele eden halka ders niteliğinde şeyler anlatıyordu.
Bu iki adamı görmek bana, kalabalık bir alt geçitte bir tanıdığa denk gelmek hissini veriyordu.
Fakat mahrumiyetlerle dolu, geleneksel ve ataerkil bir hayatımız vardı. Yalnız, çok çabuk unutuyorlardı.
Oysa ben melankoli ile ağabey kardeş olmuştum. Üstelik bu patolojik durumuma, biricik horozumun acısı da eklenmişti. Aradan yıllar geçti, kimseye belli etmeden acı çekmek, günlük hayatın içinde illa üzülecek bir neden bulmak ve işlemediğim suçların pişmanlığıyla yoğrulmak tabiatım oldu.
Şimdi bile, karanlığın, kentlerin üstüne çökmeye başladığı zaman dilimlerinde, bir pusarıklığın içinde, gözleri kör edilmiş horozumuzu bulmaktan, onun benden hesap sormasından, “Neden beni korumadın?” diyerek, kanat sesleriyle yakama yapışmasından korkuyorumdur belki de.
Kim bilir?