Ne garip, daha bu sabah aklıma gelmişti. Ben bu kızın öyküsünü yazmalıyım demiştim kendi kendime. İş, güç başka şeyler derken Hayriye’nin öyküsünü yazmayı öğleden sonraya bıraktım. Markete de gidip geleyim öyle yazarım dedim. Yağmurlu bir hava vardı, şemsiyemi de alıp yokuş aşağı yürümeye başladım. Birden karşımda onu gördüm. Bizim Hayriye’yi. Şaştım kaldım. Beni göremesin diye şemsiyemi yüzüme kapattım ve geçip gittim.
Hayriye, benden iki üç yaş küçük bir komşu kızıydı. Yaşlı bir babası vardı. Adı neydi bilmiyorum “Apandis” derdi ona herkes. Bizim babalarımızdan çok daha yaşlı ve farklıydı. Kimseyle konuşmazdı doğru dürüst. Gelirken, giderken çöpleri toparlardı yoldan. Çöp bidonuna atardı götürüp. Akşam, eğer yükü varsa karısına seslenirdi uzaktan: “Esme! Esme!” Esme Yığılcalıların kapısında oturmuş olurdu genellikle ve Apandis’e yardıma gitmezdi. Annem pencereden bakar ve kızardı Esme’ye: “Gitsene adamın önüne!” derdi. Esme, kayıtsız bir şekilde “Biraz daha yaklaşsın.” derdi. Savruk, pasaklı bir kadındı Esme. Ağzında sürekli sevimsiz bir gülümseme olurdu.
Apandis helva kavurmuştu bir akşam. Karısıyla komşulara yollamıştı. Ertesi gün de ölmüştü. Şaşıp kalmıştı bu duruma bütün mahalleli. “Kendi helvasını kendi yaptı” demişlerdi. Hayriye güzel bir kızdı. İki ablası vardı. Büyük olan İstanbul’da anneannesiyle yaşıyordu. Diğer ablası da çok güzel bir kızdı. Hayriye’den bile güzel hem. Fakirlerdi. O zamanlar herkesin durumu hemen hemen aynıydı ama onlar sanırım biraz daha fakirdiler. Apandis amca ne iş yapardı acaba?
Hayriye biraz safçaydı, bu nedenle onunla dalga geçerdik çocuk acımasızlığıyla. Ona Yamaşak Hayriye adını takmıştık. Erkek çocuklarla ayıp şeyler yaptığını duymuştuk. Çocuktuk hepimiz ama yetişkinlere özgü bir olgunlukla, bu durumu büyüklere söylemedik, biliyorduk ki büyükler çok anlayışsız olabiliyorlardı. Çocuklarda öyle sırlar olabilir ki, kendilerine dair, diğer insanlara dair, hiçbir yetişkin bunu tahmin edemez. Babalarının ölümünden bir süre sonra taşınmışlardı bizim mahalleden. Ben de unutmuştum Hayriye’yi, anasını, babasını…
Günün birinde, duydum ki evli bir adam tecavüz etmiş Hayriye’ye. Özürlü bir çocuğu olmuş. Ben mahalleden ve ilçemizden uzaktaydım o zamanlar. Bir yaz tatilinde memlekete geldiğimde de bahsi geçen çocuğu, Hayriye’nin annesinin yanında görmüştüm uzaktan. Sarışın bir çocuktu ve o zamanlar on iki yaşlarında vardı. Anneannesinin elinden tutmuş, öyle yürüyordu.
Yıllar sonra artık annemle yaşamaya başladığımda kapı çaldı bir gün. Açtım. Kapıda bir kadın… Üstü başı kötü, elinde pazar çantaları, çantaların içinde de boş pet şişeler… “Buyrun!” dedim. Annemi sordu. O zaman biraz daha dikkatli baktım; bu bizim Hayriye’ydi. İçeri buyur ettim gelmedi. Annemi görmek istediğini söyledi. Annemi çağırdım. Kapıda konuştuk biraz. Dişleri çürüktü, yaşlanmıştı, benden küçük olduğu halde daha yaşlı görünüyordu. Israrlarımıza rağmen eve girmedi. Bu kadar çok pet şişeyle ne yapıyor acaba diye düşünmeden edemedim. Ara sıra aklıma gelirdi o günden beri. Ama bir daha göremedim onu. Sonra bu sabah, nedendir bilmem, gene aklıma düştü. Yazmalıyım öyküsünü dedim. Öyküsü… Ne vardı ki Hayriye’nin öyküsünde. Bu memlekette kadınların başlarına türlü olaylar geliyordu, biri de onun başına gelmişti işte. Kim ilgilenirdi Hayriye’nin öyküsüyle…
Evet, markete gidiyordum ve bir baktım öyküsünü yazmak istediğim Hayriye karşımda… Çöpten bir şeyler topluyor… Hem bu tesadüfün, hem durumun vahimliği karşısında ne yapacağımı bilemedim. Benden utanmasın diye şemsiyemi yüzüme kapattım. Birkaç damla gözyaşı süzüldü yanaklarımdan. Geri dönmek, “Hayriye, gel sana marketten bir şeyler alayım” demek istedim. Yapamadım. Yaşlarımı parmaklarımla silip marketten içeri girdim…