in

Günümüzün Tiyatrosu

İnsan bir prizmadır. Tiyatro karar vermenin karanlığında her seçeneği gösterir; onun başına gelenle gösterir, düşündürür, karşı çık tartısına çıkarır. Haksızlığı tartar. Tiyatro olasılıkları denetler. Keşkelerin serimlerini, sonuçlarını risk almadan yaşama fırsatı sunan güvenli bir düşüştür güvenli bir yükseliştir.

Bir şeyin içinde olmak çok güzel. Bir şeyin içinde çok güzel olmak daha güzel. Dışarıya daha farklı gözlerle bakmak güzel. Tiyatronun bize sağladığı yaşantımızın dar aralığından kurtarması. İnsan yaşamında çoğu zaman bir tek seçeneğe mahkûm. Tek bir meslek. Tek bir aile, tek bir ev, tek bir mahalle. Tiyatro başka başka yaşamları anlayarak kendi durduğumuz yere kuşbakışı bakma fırsatı verir ve yaptığı en iyi şey özellikle bu başkalarını hissetmeyi alışkanlık haline getirmemizi sağlaması. Her an onun yerinde ben de olabilirim duygusunu mekânların sınırlılığından sahnenin merceği sayesinde kurtarması. Bir anlamda içine girdiğimiz rolle gerçektekinden oyun yolu ile de olsa koparız. Bize bunu sağlayan bu sağlam iplik tiyatrodur. Kopabilecek bir nesne seçmem benzetme için tiyatronun yaşamın taklidi olduğunu dile getirmek içindi. Yaşam içindeki duruşumuz da böyle değil mi? Hem sağlam (geçmişten günümüze kurguladığımız koca tarih, kültür ve her gün yeniden oluşturduğumuz sevgi ile ayakta kalabiliyoruz) hem de iplik oluşu (bizim dışımızdakileri başlarına geldiği şekliyle algıladığımız ölüm olgusu) tam da yaşamı anlatır ifadedir. Saksısının dışını merak eden çiçek ölür saksısından çıkınca… Akvaryumun dışından nasıl göründüğüne bakmak isteyen balık ölür. Biz insanlar da yaşam içinde kısmen çalışma yaşantılarımızın dayattıkları ile üretim tüketim ilişkilerini sürdürülebilir kılan nesne yanımızla, günümüzde artık böyleyiz. Buradan bakınca “tiyatro saksısına bakmak için dışarı çıktığı halde ölmeyen çiçeğin, akvaryumdan çıktığı halde ölmeyen balığın” sevinç ve coşkusunu yaşatır bizlere. Güvenli bir düşüş, güvenli bir yükseliştir. Gene de içsel yollarla oynadığımız rol ile gerçek hayattaki kişi arasındaki hassas ilişki kimi zaman birbirini etkiler. Ancak bu hiç bir biçimde bir gerileme değildir.

Genelde toplumca onay görmüş tek delilik çeşidi sanat, özelinde de toplumca onay görmüş tek şizofreni biçimi oyunculuktur. Orada sahnede oynarken o olmayan o kişi, “benin bir başkası olduğunun” keşif sürecini tıpkı oyun oynayan bir çocuk gibi hep taze tutar.

Tiyatro karanlığa karşıdır. Bir an içinden geldiği için sokak ortasında durup dans eden birini hangimiz garipsemeyiz? Tiyatro olması gereken doğamızı onarır, ona kendini özgürce ifade etme şansı verir. Hala sahnede belirli bir mekânla sınırlı olsa da yani kontrol duygusu yedeğimizde olsa da zamandan ve mekândan aralanmış bir alanda seyircisine başka bir aralıktan seslenir tiyatro; herkesin üzerinde yükseldiği çocukluğundan. Kimi zaman bir dayatma biçiminde kimi zaman da bir düzen arzusuyla yaşadığımız zaman kavramını alaşağı eder. Özünde insanlar olarak tek bir zamanımız vardır. Çocukluktaki oyun zamanı. Oyun zamanı, zamanın nasıl geçtiğinin anlaşılmadığı bitimsiz bir zamandır. Tiyatronun bu gün yerine koymaya, çalıştığı, budur: “Hadi hava karardı, eve gir. “Lütfen biraz daha oynayayım anne!”

Bekliyoruz. Kaybolmak ve bulunmak kavramları üzerinden dramatik katharsisten söz etmeden varılabilecek bir yer günümüzün tiyatrosu. Sahnede yığınla toprak olmalı. Sanayi toplumunun çocuklarıysa tiyatro seyircisi, kablolar ve kablosuz ağlar arasında yalnız bir kuşsa, tiyatro ona özlem duyduğu şeyleri aktif seyir yolu ile tecrübe ederek yaşama fırsatı vermeli. Hiçbir şey yapmadan boş duran insanlara tahammülün seyirciyi çıldırma noktasına getirdiği o düzlemi bıraktı gitti bizlere Beckett… Günümüzün insanı boşluğa tahammül edemeyen her anını anlamla kodladığı bir uğraşla dolduran insan… Anlamsızlığın yahut öylece hayatın içinde oluşun getireceği düşünmek en zor iş olduğundan belki de… Öylesine üstün şeyler söylemiş olabileceği düşünülen, yazılıp çizilen bir insanın oyununu anlamayıp dışarı çıktı denilmesindense, oyun zamanına mahkûm olmuş oturan bir seyirci var hala Beckett’in kurnasından bizi bekleyen. Şimdi ne desek anlamlı olacak. Beckett’in sağladığı bu. Anlamsızlığı, Sartre’in Ruhun Ölümü ile anlattığına yorarsak, yapabileceğimiz, ruhsal ölüm noktasından yaşam sıçrayışı noktası sağlamak. Döngüsel anlamda ölümün de yaşamın içinde olduğunu hissettirmeyi öğretmek ve böylece ölüm korkusuyla yaşanılan cinnetlere cinayetlere savaşlara bir son verilmesini sağlamak. Barışı, sevgiyi, insan olmaktan kaynaklanan saf güveni sağlamaktan başka ne olabilir tiyatronun amacı… Duygudan düşünceye düşünceden kedere kederden sevince meraktan şaşkınlığa bezginlikten dirilmeye… Hadi başlayalım.

Niçin tiyatro günümüzde daha çok önemli? Çünkü kafamız eskisinden daha karışık… Bir şeyi eskisinden daha çok, anlaşılır kılabilmek için çocukça bir somutlamaya ihtiyacımız var. Sözcükler eski takatini yitirdi, çok yollu iletişim kanallarından akmaktan, basıncını yitirdi… Sözcükleri bir araya toplamanın, onlara kaybettiği nabzı geri vermenin iki yolundan biri tiyatro bu gün… Diğeri de şiir. Eskiden tiyatronun dili de şiirdi zaten…

Evet, bu gün her zamankinden daha çok ihtiyacımız var tiyatroya… Çünkü kafamız daha çok karışık…  Parçalanmış, her bir yanımız bir kenara atılmış… Mail kutularımızda birazımız, bağda bahçede işleyen köylü insanımızda birazımız… Fabrikadaki yakınımızda, yıllarla aralanmış, yollarla aralanmış, ama tuhaf bir şekilde yılların da yoların da önemli olmadığı bir hasretlik duygusu kimsesiz…  İçinde hasretlik duygusu olmayan bir kimsesizlik… Ya da içinde kimsesizlik duygusu olan bir hasretlik…  Ne tuhaf değil mi? Evet, daha çok ihtiyacımız var, tiyatroya, çünkü tiyatro arınma demektir…  Arınma en insan kalıncaya kadar… Ve arınmak birleştirir… Hepimiz insanız!

Zemin kaygan, eskisi kadar net değil görüntü… Yaşadığımız onca şey birkaç hafta sonra birkaç fotoğraf izi… Bir kanıt arıyoruz durmadan yaşadığımız için… Bir kanıt… O keskin kanıta gidesiye… Ölüm en keskin kanıtıdır, yaşadığını anlamanın… Bu kanıtla kanatmak, onun keskinliğini hissetmek…  Savaşlar bu yüzden var işte… İki kişilik bir şiddetten büyüyen savaşlar…  Yaşadığını hissedemeyen isimsiz kalabalıkların,  yerine başka bir şeyi koyamayan isimsiz kalabalıkların, ölümcül hastalığı özellikle günümüzde savaşlar…  Oysa ölümün keskinliğini böylesine çıplak ve hoyrat kullanmak yerine iyicil tarafından bakarak,  yaşamı nazlı bir emanet gibi görüp,  geleceğe de erdemli insanların emaneti olarak bırakmak daha güzel değil mi? Genel anlamda sanat ve özelde tiyatro bunu yapar. İnsana sınırlı yaşamın içindeki cıvıltıyı, ışıltıyı hissettirir…  Günümüzün debdebesinde, ölümün, iyicil anlamda yaşamın o en derin kanıtı olduğunu görür ve bunu güzellikle bezer…   Anlamlandırabileceğimiz yegâne yöntemin bu olduğunun farkında olmak,  geri kalanını nasıl da biricik kılıyor…  Ölümsüz yaşamak, çekirdeksiz meyve olmak gibi bir şeydir çünkü… Çekirdeksiz doğmuş olmak gibi… Oysa çekirdek hayatın anlamıdır… Tiyatro yaşamı bütünsel olarak görür ve onun içindeki özü çıkarır seyirlik için… Ölüme değmekten korkmadan anlamı oradan almaya çalışır… Tiyatro hayatın çekirdeğidir…  Tiyatro yaşadığımızın en güzel kanıtıdır…

Tiyatro seyircisi, herkese aynı anda söz hakkının verildiği nadir bir topluluktur. Sahnede herkesin kaygısının kaynadığı bir kazandan yükselen buhar vardır ve seyirci kendi payına düşeni bulur solur…

Tüm günler aynıdır birbiri ile… Tiyatro içlerinden yaşanmaya değecek bir gün seçer… Yaşam insanın başının altında keçeleşmiş yastığı gibi rutinlerin dizgesi içinde… Deyim yerindeyse bir uyku setiyse… Tiyatro bir rüya setidir… İnsana rüyalarını anımsama fırsatı verir ve rüyalarını anımsayan herkesin geri dönüp hayatına bakışı farklıdır… Keçeleşmiş yastığına örneğin… Gizlenmiş bir alın terine ya da gözyaşının canlılığına…

Tiyatro bu gün daha önemlidir çünkü yaşamsal gerçekliğin samimiyetine, bir araya gelmenin samimiyetine hiçbir zaman bu kadar çok ihtiyaç duymadık… Her şey daha sanal, herkes daha risksiz, herkes daha korunmasız… Tiyatro  ‘şimdi burada’  diye bağırır ve bu resttir… Evet, ‘gel, şimdi burada!’ ‘şimdi burada’ yı yaşamanın ağırlığı, her babayiğidin harcı değildir… Hepimizin günleri, ölü boncuklar gibi gidip diğerlerine takılsınlar diye yaşadığı şu günlerde, ‘oh, çok şükür bu işin de üstesinden geldim’ diye yaşadığı şu günlerde…  ‘şimdi burada’ dans eden bir kuştur…  ‘Ben yaşıyorum bakın, ben yaşıyorum bakın’  diyerek…  Savaşlar bir anda bitsin der o kuş… Herkes mutlu olsun der o kuş…  Mutluluktan başka bir şey bilmez paylaşmak için… Acısının, üzüntüsünün içinden tek başına çıkmaya çalışır…

Tiyatro bu gün daha çok! Hiç bu kadar ihtiyacımız olmadı kendimizi dinlemeye…  Arada terapist olmadan, ilaçlar, sinerjiler, enerjiler, sorgular, yalıtımlar, hesaplar olmadan… Bir rüya ile karşılaşıp, oradan kendine uzatılan anlamı çıkarması, bir çiçeğin bir tomurcuk daha açması kadar doğaldır, tiyatronun insana yaptığı… Siz orada tahta sırada otururken, Macbeth’ in tragedyasını izlerken gözünüzden dökülen bir damla yaş, uzunca bir süredir dokunmadığınız bir yerini kanatır kilden heykelinizin…  Burnunuza toprak kokusu gelir… Tiyatro budur! Kokusunu da duyabileceğiniz tek sanat dalıdır… Yaşamdan farkı yaşam olan! Tiyatronun Sağladığı. Tiyatro başka yaşantıları göstererek, kendi yaşantımıza dışarıdan bakabilmeyi öğretir. İnsan bilmediği şeyi öğrenemez. Kendine dışarıdan bakabilmenin yolu ilginç bir biçimde biraz daha içeriden bakabilmektir. Tiyatronun kurnasından. Tiyatro insanın ruhundaki dolaşık ipleri çözmesine yardım eder.

Eğer yaşam bir kitapsa, tiyatro yaşadığının altını yaşamla çizmektir.  Eskiden tiyatro yaşamdan örnek alandı. Şimdi tam tersine, hayat ne olduğunu hatırlamak için tiyatrodan örnek alıyor, model alıyor.  Yaşamın olabilirliğinin yaşantılandığı yer tiyatro. Günümüzün digital yaşantısının sunduğu hareketsizleşme, kapanma tiyatroyu yaşamın döndüğü yer haline getirdi. Hayata bulanmak isteyen, taklit yoluyla da olsa anı sahibi olmak isteyen, rol deneyimi ile olsa da tecrübe kazanmak isteyen daha net bir ifade ile söylemek gerekirse yaşamak isteyen için tiyatro merkez artık. Hareketin taklit edildiği yer değil, hareketin üretildiği yer.

Tiyatro ne sağlar? Bir gün bütün sanat dallarının ve kimi komşu bilim dallarının ve kimi komşu yaşam kırıntılarının ve kimi komşu hiçbir şey olmazlıkların canı sıkılmış. Hepsi tek tek demişler ki “biz ne yapıyoruz böyle?” Şiir demiş, felsefe demiş, öykü demiş, düz yazı demiş, resim demiş heykel demiş, müzik demiş, sinema demiş, hokkabazlık, sihirbazlık, psikoloji, sosyoloji, antropoloji, etimoloji, matematik, fen, coğrafya… Kimse işte öylece tek başına yüksekte duran… Hepsi demiş… “Hadi bi aşağı inelim arkadaş, yetti böyle tek başımıza her şeyi bildiğimiz, hadi bi aşağı inelim birbirimize karışalım… Hepsi birden aşağı inmişler bir de ne görsünler; yüksekteler! Aşağı inmenin yükselmek olduğunu görünce daha çok aşağılara inmenin müptelası olmuşlar… Böylece sahne yaşamın kendisi olmuş. Böylece masal dinlemeyi seven büyük çocukların özlemi bitmiş… Böylece oyuna sevdalı büyük çocuklar gökkuşağının ucunu yeniden tutarak umuda yerleşmişler… Ki böyle bir cambaz yokmuş aslında, hepsini kendi uydurmuş… O koca bir dünya olan, bir uzak bir yakın kendi… Kendi olmak iyiymiş yeniden. Özlenmiş kokular, arınmış sesler… Böylece herkes mutluymuş… Sofitadan üç elma düşmüş…

Yazan Tersla

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Michel Foucault, Deliliğin Tarihini Anlatıyor

Pis Okurun Notları (86-96)