İnsanın ilk çağlarda imar ettiği evlerin, tabiata karşı oluşturulan bir savunma mekanizması olmasının yanı sıra, insanın manevi dünyası ile de ilişkili olduğunu bilmekteyiz. İnsanın bir merkeze sahip olması ve o merkezin içinde kendisine bir konum belirlemesi fizik ile metafizik kaidelerin birbirini tamamlayan iki ana unsurunu oluşturmaktadır. Dolayısıyla ilk evlerin şekil olarak dairesel olması gelenek içinde var olan “bereket” kültüyle sıkı sıkıya ilişkili olmasıyla beraber, ilk evler, imarlarında, kozmik döngü ve ayinsel bir takım işaretler taşımaları sebebiyle kutsal olan ile ilişkinin birer kanıtı olarak nitelendirilebilirler. Netice itibariyle Rene Guenon’a göre; tümleşik olarak geleneksel olan bir uygarlıkta her şey kutsal ilk örneklere dayalıdır: Böylece, kentler, tapınaklar ve evler hep kozmik bir modele göre yapılırlar.
Prototip olarak kozmik modele göre şekillenen ilk evler, insanın “tinsel” ve “transandantal” olana gösterdiği psikolojik ilginin, kendi varlığını bir “küçük alem/tabiat” olarak niteleme ve dolayısıyla kendi varlığına bir mana kazandırma arzusunun delili olması bakımından, ontolojik olarak mühim deliller sunmaktadır.
Ateşin keşfiyle birlikte tabiata yön verme ve tehlikelerden korunma duygusunu yaşayan insan için, imar ettiği evinin ateşin etrafında şekillenmesi ve “ateş” kültü, ilerleyen zamanlarda geleneksel ekolün ateşi, insan kanı ile ilişkilendirmesine doğru evrilmiş olabilir. Guenon bu meselede şöyle demektedir;
Kanın, canlılığın dayanağı olduğu hususuna değinmişken, daha önce yapıtlarımızdan birinde açıklamış olduğumuz üzere, kanın gerçekten , bedensel organizmanın, canlı varlığın latif (subtil) hali – “ruh” (tekevvündeki nephesh haihah), yani etimolojik anlamda, varlığın canlandırıcı ya da yaşatıcı ilkesi (anima) – ile olan bağlarından birini oluşturduğunu anımsatacağız. Hindu geleneğinde lâtif hal, têjas ya da ateşsel öge ilebenzeşim içinde olarak alınarak, Taijasa sözcüğüyle ifade edilir; ve ateşin, özgün niteliği olarak ışık ve ısı biçiminde kutuplaşması gibi, lâtif hal de bedene birbirinden farklı ve birbirini tamamlayıcı iki tarzda – ısısallık açısından kan vasıtasıyla, ışıksallık açısından ise sinir sistemi vasıtasıyla – bağlıdır. Gerçekten kan, salt fizyolojik açıdan bile, canlandırıcı ısının ileticisidir; ve bu durum, kanlı canlı mizaç ile ateş ögesi arasındaki, yukarıda değinmiş olduğumuz tekabüliyeti açıklar. Öte yandan, ateşte, ışığın yüksek yönü ısının ise aşağı yönü temsil ettikleri söylnebilir: İslâm geleneğinde meleklerin “kutsal ateş”ten (ya da nurdan) yaratılmış oldukları ve İblis’e uyarak başkaldıranların tümünün doğalarındaki nuraniyeti yitirip sadece bir karanlık (yani nursuz, ışıksız) bir ısıya sahip hale geldikleri öğretilir. (Guenon, R. (2015). Geleneksel Formlar Ve Kozmik Devirler. Çev, Lütfi Feyzi Topaçoğlu. İstanbul:İnsan)
Yine gelenek içinde “ev” kavramının dairesel / dişil olması ve çeşitli uygarlıklar dahilinde “ev” kavramının koruyucu tanrıçası olarak dişi bir karakterin kullanılması yazımızın başında bahsettiğimiz “bereket” kavramına delildir. Yunan uygarlığında; “Hestia”, Roma uygarlığında; “Vesta”, Mısır’da; “Hathor” dişil olup, ev ile ilişkilendirilmiş tanrıçalardır. Yine Türklerde çadırın ortasındaki ateşin; “ateş nine, od ana” olarak betimlenmesi aynı geleneğin bir süreğidir. İslamiyette ise “beyt” yani “ev” kelimesinin; “müennes / dişil” formda olmasını bu meseleye bir misal olarak kabul edebiliriz.
Tarihsel süreçte imar edilen ve ekseriyetle “yatay” mimari olarak tasnif edilebilecek evler günümüzde “dikey” mimari formuyla, gelenekle olan bağını sadece mana olarak sürdürmektedir. Şekil olarak, dairesel yani “dişil” olandan, “eril” olana evrilen bu süreç, bereket kültünden, varlık katmanlarına doğru meyletmenin bir neticesi olarak da nitelendirilebilir. Ontolojik olarak varlığını konumlandıran insan, bu konumlandırmayı “profan” (kutsal dışı) bir düzleme taşımış ve geleneksel ekole göre “bereket” kültünü yitirmiştir. Bugün çağımızda merkeziyet şuuru sürse de, bu merkeziyete verilen mana azalmıştır. Bu da, merkezin kendi konumundan soyutlanarak, somut olana gösterilen ilgiye, yani özetle; yatay olanın yetersizleşmesi gibi yanlış bir sonuca yol açmıştır. Oysa günümüzde mimari kazalar çoğalmış, dikey mimarinin sorunları çeşitli felaketlere yol açmıştır. Geleneğe göre bizzat kendisi göksel olan ile yeryüzü arasında bir köprü vazifesi gören insan, bu görevi dikey mimariye teslim ederek, manaya has olanı, maddeye yüklemiş olmak yanılgısı ile gelenekten kopuşunu hızlandırmıştır.