Şimdi o kadar acı çekmeme karşın, bunun başıma gelmiş olmasından memnunum; sonuç olarak edebiyata bakış açımı, sanata, yaşama ve ikisi arasındaki dengeye yaklaşımımı ve gerçek olanla gerçekten doğru olan arasındaki farkı anlayışımı tümüyle değiştirdi.
Truman Capote, “Bukalemunlar İçin Müzik”
Uzun süre şiddete maruz kalmış, kendi isteklerini, karşılaştığı baskılar yüzünden yoksaymış, giderek öyle istekleri olabileceğini kendi kendinin bile yadırgadığı biri haline gelmiş insanlar vardır. Bir insan taş kaya olabilir mi? Evet olabilir. Eğer karşı koyamıyorsa iki yol vardır. Biri dua, ikincisi yenme azmi. Eğer çevresindeki herkes birer şikayetçi ve ağıtçı kesilmişse, ümit alabileceği hiç kimse yoksa birinci yol daha çok işe yarar. Çünkü sorunu kendi dışına atmanın, kendini hikâyesinin dışına çıkarabilmenin yegâne yolu, Tanrı’nın gözüyle bakar gibi bakabilmesidir kendine, içinde bulunduğu koşullara, hikâyesine. Bunun da yöntemi duadır. Modern adlarıyla meditasyon, yoga…
Medya ve sosyal medya yüzünden topluca şiddete maruz kalan bir kuşak olarak, zaten rehabilitasyona ihtiyaç duyan insanlarken, bir de biricik yaşamlarımızda çoğumuzun günlük yaşamında sözel, fiziksel, psikolojik, sosyal ve sanatsal şiddete (kötü sanat eseri; eğer bir sanat yapıtı, okuyucularına, dinleyicilerine, seyircilerine, genel olarak alımlayıcılarına ince bir estetik duyarlılıktan daha çok kaba yersiz dağınık, herhangi bir forma sahip olmayan, kısacası iddialı olduğu alanda daha nitelikli işlere ayrılacak alanı gereksiz yere kaplıyorsa bu sanatsal bir şiddettir) maruz kaldığı su götürmez bir gerçektir.
Günümüzde şiddeti tetikleyen faktörlere şöyle bir bakacak olursak; birincisi ille de bir yanıt, ille de bir yorum yetiştirme kaygısı. Boşluğun, kaygısızlığın, öylesineliğin ortadan kayboluşu. İnsan edimlerinin aşırı kategrizasyonu ve pragmatizmin pik yapmış olması. Bir ağıt kültürü ile şikâyet kültürü ile korunma. En çok bağıranın en çok haklı olduğunun geçer akçe olması. Kökeni taa geçmişe dayanan, toplu bir haksızlığa maruz kalmış olma duygusunun bitmek bilmez sancısı. Karşılıklı insanların birbirlerine güven duygusunu yitirmiş olmaları… En önemlisi de belki de ontolojik. Ölecek olacağımızın bilgisi. Kimine bu hastalıkla söyleniyor, bavulunu topla, hazırlan deniliyor, kimine habersiz… Her an ensendeyim. İlerleyen yaşlarda insan bunun daha çok farkına vardıkça daha saldırgan bir yapıya da bürünebiliyor. Yahut da tam tersi. Basınç azaldıkça daha yumuşak huylu biri oluyor.
Geçenlerde Neslican Tay’ın ölümüyle bizleri, felsefenin epey kafa yorduğu konulara götürecek kimi kavramlar bir araya geldi: Güzellik, ölüm, din, ümit, keder, teselli, gençlik… Gencecik yaşına rağmen, hastalığıyla kendince güzel bir yol bularak baş etmiş, bulaşıcı bir gülüşe, sevecenliğe, mutluluğa sahip bu tatlı kız, çoğumuzun gönlünü fethetti ve ölümüne çok üzüldük. Onun sunduğu fotoğraf üzerinden, şimdi onun kıymetli anısını aşağıda soracağım soruların dışında bırakarak bir alt üst oluşu denemek istiyorum. Çünkü dediğim gibi bu olay düşünmemize kapı araladı.
Kanser hastası çirkin ve de yaşlı birinin paylaşımları aynı derece ilgi çeker miydi? Çirkin olan herhangi bir şeye bakmaya tahammül edemiyoruz çünkü hepimiz bir güzellik ve mutluluk dayatması içinde yaşıyoruz. Beyazı gelmiş orta yaşlı bir kadın bile çevresindekilerce kısa sürede alay konusu olabiliyor. Neslican tüm o güzelliğiyle, gözlerinin içi gülen mutluluğu ile bizleri düşündürmek istedi. Bir yanda muhteşem güzelliği, diğer yanda olmayan bacağı… Güzel olana, genç olana hastalığı ölümü yakıştıramıyoruz. Çirkinler zaten doğarken biraz ölmüş gibi oluyorlar. Ama güzeller öyle mi? Sağlıklı mutlu, zengin bir hayat sürmeyi daha doğuştan hak ediyorlar. Bilinçaltımıza işlenmiş kodlar bunlar ki geçmişte bu kadar olmasa da günümüzün görsel patlamasıyla dış görünüş, güzellik en popüler çağını yaşıyor. Kişiliğe saygı duyulan dönemi hızla geride bıraktık.
Ölümle yirmi yaşında baş edebilmek içinse doğuştan filozof olmak lazım. Bizlere şunu söyledi Neslican: ‘Her biriniz küçük dertleriniz için mızıldanmayı bırakın. En mükemmel ve en dehşet işte bende bir arada ve mükemmelliğimi dehşetin alıp götürmesi karşısında soğukkanlılığımı yitirmiyorum. Hala size gülümsüyorum’ Bir diyeceği olması gerektiğini düşünüyorum. Yoksa yirmi yaşında biri hiç mi yalpalamaz, hiç mi duygu değişimi yaşamaz? Ümit daha çok ümit dedi ve olabiliri, her an çıkmaz diye düşündüğümüz tüm dertlerin çaresiz bir hastalık karşısındaki güdüklüğünü göstermek istedi. O öldü ama bizlere bildiğimiz halde üzerinde düşünme gereği duymadığımız şeyleri düşündürttü ve hiç ölmeyecek bir şeyin güzelliğini bıraktı. Sevecenliği, insan sıcaklığını… Ümit etmenin güzelliğini.
Neslican örneğinde, cennet ve cehennemin neredeyse yan yana durması ve buna rağmen, aradaki bu hikâyesizliğe rağmen Neslican’ın inancından vazgeçmemiş oluşuydu bizleri etkileyen. Her iki etmenin de gücünün eşit oluşuydu. Kötülük karşısında iyiliğin. Bunca manevi dirayet herkeste olmayabilirdi. Bana en güzeli ve en kötüyü bir arada verene isyan etmiyorum, diyordu sanki o gülüşüyle… Eyüp sabrıyla…
Yeterince dindar olmayanları rahatsız eden, (çünkü yeterince ateist olmayanları etkileyecekleri alanları onların, bu yüzeysel alanlardır) şeyler vardır. Örneğin bebek ölümleri, çocukların gençlerin ölümleri. Masum ölümler… Niçin bazıları hiç hikâyesiz cennete giderken niçin bazıları bir sınava tabi tutulur? Çocukluktaki, genç yaştaki hastalıklar… Çünkü buralar isyanın pik yaptığı alanlardır. İnsanın aklı almaz. Yaşlılar yaşamışlığın sonucudur. Peki ya çocuklar, gençler? Doğar doğmaz bütün hayatını kuvözde geçirecek olan bebekler? Hepimiz bir karanlığın önündeyiz. Ölümle yüzleşemeyiz ölene kadar. Bu bilmediğimiz soruların karanlığının önünde bilincin aydınlığı ileyiz ve elimizden gelen tek şey mutlu olmak ve çevremize mutluluk vermek. İyiliğin yolu kolay, düz, dolambaçsız. Kötülüğün yolu sarp, dolambaçlı, çetrefil… Doğrudan gayrı yol bilmeyiz. “Gülmek bir halk gülüyorsa gülmektir” diyen doğrudanlıktan başka…
Günümüzün temel şiddet etkeni tüm insanları nesneleştiren “görsellik çağı” Kötü görünmekten dehşet ürküyoruz. Saç ektiriyoruz, saçlarımızı durmadan boyatıyoruz, lazerle tüylerimizi aldırıyoruz… kötü görünmekten acayip tırsıyoruz. Birbirimizi yargılıyoruz. Hesap soruyoruz. Dışlıyoruz. Her yerimiz kameralarla çevrili. Hiçbir yerde mağaradaki gibi huzurlu anı ve düş yüklü değiliz. Kaygı yüklüyüz. Mutlu olma baskısı, güzel olma baskısı, iyi görünme baskısı, her şeyde birinci olma baskısı… Sebep ne? Görülmeye duyduğumuz feci ihtiyaç. Çünkü gizli kaldığımız an ölmüş gibi oluyoruz. Herkes oralarda çünkü. Dünyanın geri kalanında sadece aşırı yaşlılar, kediler, köpekler, kuşlar ve ağaçlar var. Aklı başında olan biri için yeterince bir halk.