- Yağmurlu bir gündü. Sabah sabah hızlı ve koşar adımlarla mesai saati öncesi işyerinde olmak için dolmuş durağına doğru yol alıyordum. Aynı telaşa sahip insanlarla uzun bir yarışa başlamıştım, ta ki durağa gelene kadar. Dolmuşu yeşil rengiyle uzaktan seçiyordum. Dolmuş durağa doğru yavaşlamaya başlayınca, öncesinde beklemekten ıslanan insanlar hareketlenmeye başladılar. Tek tek dolmuşa binmeye başladığında insanlar yer yer boş olan koltuklar sahiplerine kavuşuyordu ve herkes aceleci bir halde sıkış tepiş doluşuyordu. O an şoförün sesi de ortama eşlik etti, “arkaya doğru biraz daha sıkışalım arkadaşlar”, diye. Haliyle bu duruma tepki duyanlar gecikmedi. Yol uzundu, sıkışmış olmak zaten o anı çekilmez kılıyordu, üzerine de insanlar ıslak olunca… Fakat şoför hiç duymamış gibi aynı sözlerle söylenmeye devam ediyordu. Neyse ki hınzırca bir acelecilikle yer bulup hemen oturdum. Bir süreliğine bakışlarımı insanların yüzlerine çevirdim. Ve kafamdaki sesi dinlemeye başladım, kendimi her birinde bir hikaye bulmaya zorluyordum, desem yeridir. Yer yer yol çukur doluydu, her sallantıda hikayenin içinden çıkıyordum, fakat yüzler düşüncelerimi ısıtıyordu ve içimdeki sese tekrar katılıyordum. Dolmuş ilerlerken tangur tungur, hikayelerin kimisi beni içine çekerken bu hikayelerin kimisini de erteliyordum. Fırsat bu fırsat ertelediğim hikayeyi bırakıp bir süredir okumakta olduğum kitaba yöneldim. Kitap keyifliydi, bir bir sayfalarını çevirirken yolun bittiğini dolmuş son durağa geldiğinde anlamıştım. Yağmur dinmemişti. Neyse ki işyerinin mesafesi çok da uzak değildi. İş yerine geldiğimde her gün günaydın deme zorunluluğuna aynı tonda görevliymişiz gibi her birimiz birbirimize günaydın temennilerimizi iletiyorduk.
Öyle ki çoğu birbirine benzeyen hayatlarımız bizi farklı şeyler konuşmaya bile zorlamıyordu. Yan yana dizilmiş bankolarımızda yerimizi aldığımızda Orhan ve ben oradan buradan konuşmaya çalışıyorduk ki, üç banko uzağımızdan Erol Abi’nin sesini işittik, “dünya bir yana siz bir yana…” dedi. Kısa boyu ve kilosu ile sevimli görünen bu adam her gün aynı neşede davranıyordu. Kaygısızdı, tüm uyarılara rağmen kravat takmayı sevmezdi, takmazdı da. O yüzden bu tavrı içten içe hoşuma gidiyordu. Bankosunda çalışırken sürekli kendi kendine konuşur, vatandaşlara takılmaktan da geri kalmazdı. Bu duruma bizler de alıştık, postaneye işlerini görmeye gelen insanlar da alıştı. Mesai başlamadan önce veznedarımız Mahmut’a uğramam gerekiyordu ve ona da selam çakmadan olmazdı zaten. Her gün olduğu gibi Mahmut’tan paraları, sayılmış ve ayarlanmış şekilde alıyordum. Mahmut kırklı yaşlarında olmasına rağmen bekardı, annesiyle yaşıyordu. Çalışkan bir adamdı, hayatla olan tüm meselesi postanedeki kariyer gelişimiyle ilgiliydi. Öyle ki şeflik sınavlarına ciddiyetle hazırlanıyor, bir an önce içindeki bu yönetme arzusuna kavuşmak istiyordu. Bir araya geldiğimiz anlarda akşamları hangi konulara baktığından bahsediyordu. Bu durum çoğu zaman postanedeki herkes tarafından sıkıcı bulunsa da alışıyordum ona ve onun kaygılarına. Mahmut’la akşamlarının değerlendirmesini yaptıktan sonra ayrılıyordum yanından. Tekrar bankoya geldiğimde, haliyle, Orhan’la yan yana çalışıyor olmamızdan dolayı daha çok şey konuşuyorduk. Orhan bekardı ve yalnız yaşıyordu.
Renksiz bir adamdı, duyguları alınmış gibi. Duygusuz, donuk bir adam. Tepkileri basit bir canlı gibi, sıradan ve yalın. Savaşa gitmiş olsa hiç etkilenmeden geri gelir ve hayatına hiçbir şey olmamış gibi kaldığı yerden devam eder. Sonradan öğrendiğimde güvenlik görevlisi olarak çalışmış önceki işinde, gişe memurluğuna ise sonradan başlamış. Kim bilir belki bu ruh hali gişede yıllarca bir ya da iki kişiyle İstanbul’da çalışmış olmasından ileri geliyor diye düşünmeden edemedim. Bu kadar insan kalabalığında çalışmak belli ki yormuş ve yıpratmış onu. Bu durumu onunla konuşma fırsatım olmadı, fakat içini deşmek isterdim doğrusu Orhan’ın. Sadece kadınlar gündeme geldiğinde görebiliyordum yüzündeki kasları ya da gülmeye benzer hallerini. Postanede sıra bekleyen güzel ve hoş kadınları gördüğünde kendisine çeki düzen verir ve onlarla başlar sohbet etmeye, ne de olsa kadınlara karşı zaafı vardı. Tek sosyal yanı gişe memurluğuydu ve postaneye uğrayan insanlardı. İşi de sebep oluyordu bu sevimli suç ortaklığına ya da çapkınlık hallerine.
Bankoya oturduğumda saat sekiz buçuktu. Çaycımız Erdoğan Abi çayı getirdiğinde bir yudum aldım çayımdan ve geriye yaslandım. O anda gişemde otururken postanede içimi ısıtan tek şey çaydı. Bu mutlu anımda Orhan’ın tuşa basmasıyla numaratördeki günün ilk zil sesi duyuldu ve bir hoşnutsuzluk çöktü içime. Bıraksalar o gün akşama kadar oturabilirdim sanki. Ardı sıra bekleşen insanlar gelmeye başladılar birer birer. Ve böylece gün farklı değildi diğer günlerden, oysa ki kendimi hikayeye saklamışım ki yazının sonuna gelince fark etmişim.