in ,

“Gımıldayan Resimler”: Yönetmen Ahmet Uluçay

Bu ödülü karıma armağan ediyorum, çünkü gerçek yönetmen o, ben sadece sinema yapmak için onu buradaki insanların asla bilemeyeceği yoksulluklara ittim, ama o hep benimle oldu.”

Ben, “köylü yönetmen değilim, köyde yaşayan yönetmenim”  demişti, karpuz kabuğuna binip dünyayı dolaşan bu güzel adam.

Bu yazıda onu farklı kılan hayat hikayesini anlatmak istedim. Bugünün “sanat insanlarının” konforlu yaşamlarının aksine, sinemaya yaşamını adayan Uluçay, yıllarca geçim derdiyle uğraştı. Kamyon şoförlüğü, inşaat işçiliği ve tavukçuluk gibi pek çok işte çalıştı. Sırtında taşıdığı yem çuvallarının yanında, elinden hiç düşürmediği kitaplarıyla da kendi hayatının estetize halini yaşamayı bırakmıyordu elden. Çocukluğundan esinlendiği ilk uzun metrajlı filmi “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak”ı çekerken, geçimini sağlamak için yem fabrikasında hamallık da yapan Uluçay, bu filmiyle Türkiye’de ve yurtdışında 40’a yakın ödül aldı. Çok okuduğu belliydi, Dostoyevski ve Tolstoy gibi yazarları okumaktan keyif aldığını da biliyoruz söylemlerinden. Amacım buradan bir dram çıkarmak değil elbette, ama nasıl bir hayat yaşadığının bilinmesi ve bununla birlikte Uluçay’ın kendi hayat gerçekliğinin altının çizilmesidir.

Bu kısa girişten sonra, şimdi onu yakından tanıyalım.

Ahmet Uluçay, 1954’te Kütahya’nın Tepecik köyünde doğdu. Sinemayla tanışıklığı, 1960’larda ilkokul sıralarındayken, köye gelen bir seyyar sinemacı sayesinde oldu. Okula gittiği bir gün, karşısında sinema cihazını görür. O gün Metin Erksan’ın “Kuyu” filmi izletilir ve o da hayretler içine düşer. Bu anısını yıllar sonra anlatırken şunları da ekler: “Lumiere Kardeşler sinemayı keşfetmeseydi mutlaka bizim köyde keşfedilirdi.”     

   

Birçoğumuz “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak” adlı filmiyle tanımıştık Ahmet Uluçay’ı ve sinemasını. Maddi imkansızlıklar içinde çektiği bu filmde son derece doğal, samimi, sıcak ve güzel yürekli insanları anlatmıştı bizlere. Film bir umut anlatısıydı ve aynı zamanda da kendi hayat hikayesiydi. Anlattıkları çocukluğun saf duygularının içinden büyüyerek gelen ve tertemiz senaryosuyla kendi çocukluk rüyasıydı. Filmi izledikten sonra bende hissettirdiği şeyse; usul usul filmin içine sokulmak ve devamında da sadeleşmek arzusuydu. Çünkü sanat içine doğduğumuz dönemde abartılmış imaj dünyasının pazarlanmasından başka bir şey değildi. Oysa ki Ahmet Uluçay “köyde yaşayan bir yönetmen” olarak bize başka bir şeyi gösteriyordu: tutkuyu, inadı, arzuyu, tüm olumsuz koşullara rağmen pes etmemeyi ve sadeliğin insanı sardığı en güzel insanlık hallerini.

Filmin kamera arkası görüntüleri içinse aşağıdaki linki buraya bırakayım.

13 Kısa filmle, hem Türkiye’de, hem de yurtdışında sayısız ödüller aldı Uluçay. Böylece çocukluğunda sarıldığı hayalleri, ilk uzun metrajlı “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak” adlı filmiyle, onu hem ulusal hem de uluslararası bir üne taşıdı. Artık ödüllü “gerçek” bir yönetmen olmuştu.

Ahmet Uluçay, sinemaya nasıl başladığı üzerine şöyle, der; “Her anlamda kuyudan çıktım ben. Düşlerden, karabasanlardan, yoksunluklardan, gölge oyunlarından başlayan sinema aşkımın, dünya sinemasına ürün kazandıracak düzeye gelmesinde Metin Erksan’a ve onun “Kuyu”suna duyduğum hayranlığın rolü büyüktür.”

Önceleri fotoğrafları görünce “Ah bir de gımıldeyivese, ah bi de gımıldatıvesem” der, dururmuş.

Yakın arkadaşı olan İsmail Mutlu ile birlikte sinema cihazı yapmaya karar verirler ve yaparlar da. Hatta yapmakla kalmaz, kasabadan getirdikleri filmleri, cihazı yaptıkları ahırda köylülere izletirler. Yaptıkları cihaz yetmez onlara ve bir arkadaşlarının tavsiyesi ile film çekmeye başlarlar.

Köyde tavukçulukla uğraşan arkadaşı İsmail Mutlu ve maden işçisi arkadaşı Şerif Akarsu ile “Tepecik Köyü Arkadaş Sinema Grubu”nu oluşturan Uluçay, ilk kısa filmi “Optik Düşler”i (1992) arkadaşlarıyla çeker.Büyük bir yoksulluk içinde yaşayan Uluçay, bu yokluğa rağmen sinemaya olan inancını hiç yitirmemiş, aksine sinemaya daha da çok sarılmıştır. Her zaman “çocukların, delilerin ve kedilerin” yönetmeni olarak anılmak istemiştir. İlkokul dörde kadar okuduğunu bildiğimiz yönetmenin sinema aşkı, haliyle onun hayat karşısındaki tutamacı olmuştur.

Sağlık sorunları nedeniyle Ankara ve İstanbul’a sürekli yaptığı tren yolculukları esnasında, yanına gidip Nihal’i sen oynayacaksın diyebilmiştir o zamanlar üniversite okuyan ve filmde Nihal karakteriyle yer alan Boncuk Yılmaz’a. Uluçay’a göre istemek yeterdi. ’Karpuz kabuğundan gemi değil Titanic bile yaparsın. Para değil yürek meselesi.” 

Uluçay köylerinden geçen Ankara-İzmir trenini ise şöyle tanımlıyor; “İçinde bize benzemeyen insanlar olurdu, köylü değil kentli insanlardı, dağların arkasında bir yere giderlerdi ve bu benim hayalimi kışkırtırdı. Trenleri sevmemin asıl nedeni bağ duygusunu canlandırmasıdır bende. O tren yolunun bir ucu benim köyüme çıkar.” diyen Uluçay, aynı zamanda sinemanın insanlar arasında kurduğu bağı hatırlatır bize.

Tren, belki de onun için yalnızlıktan kurtuluşu, taşradan, çocukluktan kaçışı ifade etmektedir. Çocukluğuna takılı kalmış bir sinemacı olduğunu, yaşadığımız çağı sevmediğini, tüm hayatının ve sinemasının çocukluğuna yapılmış bir ağıt olduğunu belirtir. Bir röportajında şöyle der; “Sait Faik demişti ya, yazmasam delirecektim, ben de çekmesem delirecektim.”

2004 yılında Uluçay’ın beyninde tümör olduğu tanısına varıldı. Rahatsızlığından dolayı 4 kez ameliyat geçirdi. 30 Kasım 2009’da bu dünyadan göçtü. Sanat yaşamına çok sayıda eser sunanların aksine, çektiği kısa filmleri dışında tutarsak, tıpkı şair Ahmet Arif  gibi başlı başına bir eser bırakıp göçtü aramızdan. İkinci uzun metraj filmi olan “Bozkırda Deniz Kabuğu” filminin çekimlerine ise 2007 yılında başlamış, ancak sağlık sorunları nedeniyle film yarım kalmıştı. Yoksuldu, o yüzden karpuz kabuğundan gemiler yaptı. Anlattıklarından biliyoruz ki, bu iki filminin ismi de kendi hayatının özetiydi aslında. Dışlandı, hor görüldü ama yılmadı. “Bozkırda Deniz Kabuğu” filmi içinse şunu söyleyebiliriz belki; kendisini anlamayan toplum bozkırdı ve Ahmet Uluçay o toplumda kendisini bir deniz kabuğu olarak görüyordu.

“Eşimi sinema tutkum yüzünden yoksulluğa mahkum ettim. Yoksulluk utanç da getirir. Hele bizim buralarda sosyal yarışı kaybettiğin an dışlanırsın. İnsanlar ahlaksızlığı bağışlayabiliyor ama acizliği asla. Çal, soy, yeter ki yoksul kalma. Ben Beyoğlu’nda koltuğumun altında senaryolarla kapı kapı dolaşırken evin faturalarını, çocuklarımın bakımını eşimin üzerine yıktım. Benim gibi sorumsuzu yönettiği için, o büyük yönetmendir.” 

Yaşadığı zorluklar ve yoksulluk göz önüne alınacak olursa, taşrada süregiden bir hayat için Uluçay’ın yaptıkları muhteşem bir insan anlatısıdır. Taşrada doğup büyüyenler bilir, taşradan ayrılmak zordur. Bu durum zihnen de, bedenen de zordur.

Ahmet Uluçay, taşrada bir şeyler yapmak isteyen, hayalleri, hedefleri olan birçok kişi için umut ışığıdır, gösterilmesi gereken en güzel örneklerden biridir.

Ne diyelim, tıpkı Ahmet Uluçay’da olduğu gibi, selam olsun yaşamın dayattığı tüm acımasız koşullara rağmen yine de bir hayat iddiası olanlara…

Onu daha yakından tanımak adına yoksulluğun ve çaresizliğin kıskacında ilerleyen hayatı boyunca ve 45 yaşından sonra kaleme aldığı, Küre Yayınları’ndan çıkan güncesi “Sinema İçin Bunca Acıya Değer mi?“ adlı çalışmasından birkaç alıntıyla bitirelim yazımızı:

  • “Yaşadığım yoksulluk utanç verici. Ayşe’den(eşi), çocuklardan ve bütün köyden utanıyorum. Bu yaşam katlanılır değil. Bu yaşam, insanı her aşamada rencide ediyor. Onca beceriksiz ve sümüklü insan, çoluk çocuğuyla hovardaca bir lüks içinde yaşıyor. Bu düzeni asla affetmeyeceğim. Bu ülkede, bu koşullarda yaşamak ağrıma gidiyor.”
  • Sakatlığımdan dolayı benden nefret eden bir babam vardı. Mutsuz bir çocukluğum oldu. Hep ayak altında büyüdüm. Babamın ve amcalarımın gözüne batan bir fazlalıktım.”
  • “Nuri Bilge benim hep şikayet ettiğimi söylüyor. Benim bir günlük yaşamımı öğleye kadar götürebilecek mi, bakalım?”
  • “Bej renkli pantolonumun fermuarı bozuldu. Yolculukta en korktuğum şeydir bu… Ceketimi çıkarıp sürekli kucağımda tutup durdum, bozuk fermuarım görünmesin diye.”
  • “Gerçekten insanın başının üstünde akmayan bir damın bulunması öyle ucuz mutluluk değil. Bunun kıymeti bilinmeli.”
  • “Havalar olabildiğine soğudu. Artık kollarımı yorganın dışında tutamadığım için kitap da okuyamıyorum. Kendimi bildim bileli şöyle sıcacık odalarda yaşayamadım. Pencerelere ihmal etmeyip naylon raptiyelemeliyim. Oda çift cam takılı gibi sıcacık oluyormuş.”
  • “Tarkovsky’nin İtalyası, İsveç’i vardı dedim İdris’e, benim kimim var?”
  • “Sinema, işte bu insanlarla dolu. Üretmeyen, üretemeyen, yalnızca üten, tek yeteneği bu olan… Yalnızca sinema mı, tüm ülke, kıllarının arasında bit, pire ve kene barındıran köpek sırtı gibi. Bu ülke yalnızca parazitler için mümbit, üretenler içinse yer demir gök bakır.” 

 

Kaynak: TRT ARŞİVİ

 

 

4 Yorum

Cevap Yazın
  1. İçimiz ezilmeseydi eğer, bence bu bir problemdi bizlerin anlam dünyasında. Aslolan burada çektiği sıkıntıların yanında, iddialı bir hayatı da kovalamasıdır. Ahmet Uluçay ne ilk ne de son olacak tarihimizde. Teşekkürler…

  2. Yaşarken kıymeti bilinmeyen bir ustanın yitimi üzerinden oturup hayıflanıyoruz. Hep mi böyle olur? Neden sanatçının değeri ölümünden sonra bilinir hale gelir? Ruhu şâd olsun. Harika bir insan, enfes bir anlatımla kaleme alınmış. Dilerim bundan sonra insanlar yaşarken hak ettikleri değeri görsün de bu tip yazılar yazılmasın.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Diyanet Kul Hakkı Konusundaki Sessizliğini Bozdu: Retweet Kul Hakkı İhlali

İlkel Topluluklara Bakışımız Romantize Mi Ediliyor?