in ,

Gerçek Pandemi

Carlo Frabetti

İnekler, domuzlar ve tavuklar gıda endüstrisi tarafından en çok ve en acımasızca sömürülen üç türdür. Her birinin yeni bir sağlık felaketine yol açması ise bir tesadüf değil, adeta korkunç bir şiirsel adalet gibidir.

COVID-19 (koronavirüs) pandemisinden daha endişe verici bir durum varsa, o da insan olmayan canlıların sömürülmesi, aşırı nüfus patlaması, işkence ve yamyamlık gibi sorunların nihai nedeni olan türcülüğün asla konuşulmamasıdır.

Deli dana sendromu, kuş gribi veya domuz gribi gibi ciddi örneklere rağmen, et endüstrisinin dünyadaki ormansızlaşma ve iklim değişikliğinin ana sorumlusu olduğunu bildiğimiz halde; türcülüğün, sadece etik bir durum değil, aynı zamanda ekolojik ve sağlık açısından ciddi yıkımları barındıran kolektif bir intihar olduğunu görmeye direniyoruz. İnekler, domuzlar ve tavuklar gıda endüstrisi tarafından en çok ve en acımasızca sömürülen üç türdür. Her birinin yeni bir sağlık felaketine yol açması ise bir tesadüf değil, adeta korkunç bir şiirsel adalet gibidir.

Biyologlar, stresli bir hayvanın her türlü patojen için ideal bir araç olduğunu yıllardır söylüyor; stres, bir yandan bağışıklık sistemini zayıflatan, virüs ve bakterilerin çoğalmasını ve aynı zamanda mutasyona uğramasını kolaylaştıran bir zemin sunuyor. Diğer yandan stresli hayvanlar, kendilerine zarar vererek, kontrolsüz bir şekilde dışkı yaparak mikropların çevreye yayılmasına epeyce katkı sağlıyor. Ve bu ortamda, yani hayvan pazarı ya da çiftlik gibi insanların ve diğer canlıların yoğun bir şekilde bulunduğu kalabalık yerlerde, virüslerin ve bakterilerin mutasyona uğrayıp yayılmaları ise kalıcı bir risk haline dönüşüyor.

Pangolin veya yarasanın virüsü insanlara taşıyan ana konak olup olmadığının ya da Vuhan hayvan pazarının pandeminin ilk ortaya çıktığı yer olup olmadığının bir önemi yok. Komplo teorilerini saymazsak, uzmanlar virüsün doğrudan doğruya yarasalardan insanlara bulaştığını düşünmüyor. Büyük olasılıkla COVID-19’un taşıyıcıları bazı evcil hayvanlardır, ama tam olarak ev içinde beslenen hayvanlardan bahsetmiyoruz. Burada söz konusu olan sistematik olarak ezdiğimiz, sömürdüğümüz, öldürdüğümüz ve yediğimiz hayvanlardır.

Bu salgının neden olduğu acı ve ölümler için çok üzgünüm (sadece şefkatten değil, aynı zamanda yaşım gereği risk grubunun parçası olduğum için); ama türcülük bu kadar yaygın olduğu sürece de bunları hak ediyoruz. Tıpkı iklim değişikliğini hak ettiğimiz gibi ediyoruz. Tıpkı kendimizi yok eden davranışlardan vazgeçmediğimiz, sert ve acil önemler almadığımızda türümüzün yok olmasını hak edeceğimiz gibi hak ediyoruz. Ve en acil uygulanacak önlemlerden biri, insan dışı hayvanlara işkence etmeyi, onları köleleştirmeyi, öldürmeyi ve yemeyi bırakmak olacaktır.

Deli olan danalar değildir, deli olan onları yiyen insanlardır.

El corona ve la corona

[Corona İspanyolcada “taç” anlamına gelmekte ve iktidarı simgelemektedir. Yazar burada la corona ile İspanyol kral ve kraliçesine bir göndermede bulunurken, el corona ile koronavirüsü kastetmektedir (ç.n.).]

Korona ile taht (Corinna’dan bahsetmemek adına) arasında sesteşliğin ötesinde daha büyük bir bağ var. Kaldı ki, bu bağ ikisinin de en şaşalı dönemini yaşıyor olmasının da ötesindedir. Bu ikisinin arasındaki bağı tek bir kelimeyle tanımlamak gerekirse, bu kelime “inkâr”dır.

Psikolojide “inkâr”, bir kişinin -ya da bir kolektivitenin- verili davranışlarını değiştirmeye zorlayacak gerçekleri ve gidişatı kabul etmemeye yönelik bir savunma mekanizması olarak tanımlanır. Zira, hayvansal ürün tüketiminin; ormansızlaşma, iklim değişikliği ve sağlık felaketlerinin ana nedenlerinden biri olduğunu kabul edersek, suçluluk duymadan et yiyemeyiz. Ve eğer “Kral Emeritus”un Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki zalimlerin suç ortağı olduğunu, en kirli işlerde yer aldığını ve anlaşmalar yaptığını, hırsız ve fil katili olduğunu kabul edersek, monarşiyi kabul etmemiz için aptal olmamız gerekir.

Juan Carlos Borbón’un* 20. yüzyılın en kanlı diktatörlerinden biri olan Franco’yu övdüğü (Angela Merkel, Hitler’i övse ne düşünürdük?) uzun zamandır biliniyordu. Yasa dışı bir şekilde zengin olduğundan, gayri meşru çocuklarının varlığından ve korumada olan hayvan türlerini öldürdüğünden bahsetmiyorum bile. Ancak ekonomik suçları yabancı medya tarafından dile getirilmedikçe, hiç kimse (ya da neredeyse hiç kimse) durumun farkında olmak istemedi.

Şimdi gerçeğin saklanması imkânsız olduğu için, psikologların “bilişsel uyumsuzluk” dediği; gerçeklerin önemsizleştirildiği bir aşamaya girdik. Ve bu yeni aşama, aslında bizim gerçek salgınımızdır. (Çünkü bu akıl hem ölümcüldür hem de oldukça bulaşıcıdır ve her şeyden önce medya aracılığıyla yayılır.) Gerçekler artık gizlenemez ya da yayılması kısıtlanamaz durumdadır; ama yine de gerçeklere yüz çevrilebilir ve dahası o görmezden gelinebilir hale gelmiştir. Juan Carlos Borbón televizyonda ve magazin dergilerinde görünmeyi bıraktığında biz onun yanlışlarını unutacağız. Ve muhtemelen rüyadan uyandığımızda “taç”** hâlâ orada olacak.

Umarım aynı şey COVID-19 için de yaşanmaz. Gerçi, vejeteryanlığın ve türcülük karşıtlığının son yıllarda hızla artışı; gençlerin, iklim değişikliğine karşı verilen mücadeleye katılımı oldukça umut vericidir. Fakat bir an için bile olsa doğayı korumayı bırakamayız. Doğanın yok edilmesine karşı mücadeleyi hiçbir cephede ihmal edemeyiz. Sonuçta bu kapitalizme karşı mücadeledir. Aksi halde uyandığımızda taç hâlâ orada olmaya devam edecektir.

* I. Juan Carlos, Kasım 1975’ten Haziran 2014’teki feragatına kadar İspanya Kralı olarak hüküm sürmüş olan İspanya kraliyet ailesinin bir üyesi (ç.n).

** Krallık kastediliyor (ç.n).

[La Haine’deki İspanyolca orijinalinden Yener Çıracı tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Korona Günlerinde Bağışıklık Güçlendiren Podcastler

Dreamtopia – Go Home!