“Kendi yaşamınızı tam anlamıyla yaşadınız mı yoksa yaşam mı sizi yaşadı? Siz mi seçtiniz yoksa o mu sizi seçti?”
Nietzsche
Hz. Nietzsche’nin bu kallavi sorusuna verebileceğim net bir yanıtım yok maalesef. Kem küm yani. Hayatı yaşıyor muyuz? Hayatımızı mı yaşıyoruz? Hayat maskeli bir simülasyonda mıyız? Yaşamlarımıza yön vermeye çalışıyoruz. Bunu yaparken kimi felsefeyi, bazıları dini, kimileri de kendini rehber ediniyor. Şu ezogelin kıvamına gelmiş spekülatif yığınlarla dolu evrenimizde absürd gerçekliklerimizle yaşıyoruz. Gayet maddi, tuğla gibi somut bir gerçekliğin kafesindeyiz. (Weber) Bir canlının tüm sorumluluklarını yerine getirebiliyoruz: Doğuyoruz, ürüyoruz, soluyoruz besleniyoruz, ölüyoruz. Ve çok affedersiniz boşaltıyoruz, evet evet hatta en başarılı eylemimiz bu, itina ile boşaltıyoruz. Bunu da öyle boş beleşe değil hedonizmde tavan yaparak icra ediyoruz.
Pek çoğunuzun da bildiği üzere (benim tahminim 35-40 yıldır) gerçeklik diye bir şey artık yok. İmaj değiştirdi gerçeklik. Tebdil-i kıyafetle dolaşıyor artık. Yeni adı hiper- gerçek, yani imaj, imge, simge ile oluşuyor kendileri. Şu son birkaç yılda tanık olduklarımız yeter de artar bile. Bir kanalda spor haberleri, diğerinde dizi, ötekinde darbe, bir diğerinde seçim sonuçları… Gerçek ile kurgu bir arada. Dışarıdaki gerçeklik ile televizyondaki gerçeklik -kurgu- aynı anda. Ardından iki cihanda yan yana gelemeyecek kavramları aynı cümlelerde kullanılır olduğunu keşfettik: demokrasi, darbe, talimat, halk, terör, emretmek… Dindarların ahir zaman adını verdiği nihilist çağın yansımalarıdır bunlar. Yansıma da bir nevi yanılsama olabilir, bunu da hatırlatalım.
Platon’un mağarasının ne dışındayız ne de içinde. Ne imajla işimiz olur ne idealarla. Gerçekçilik ile hayal bu vakitten kelli dost olmuş vaziyette. Geçtiğimiz yüzyıldan itibaren bu iki kavram arasındaki (gerçek ile düş) sınırlar muğlaklaştı, karmaşık hale geldi, gri bir tona büründü. Fizik, metafizikleşti, gerçek artık hiperleneceğinin haberini veriyordu. Nietzsche’nin “tamamlanmamış nihilist çağ” dediği zamanlardayız. Adam iki yüzyıl evvel haber vermiş (bkz) Lakin biz ne yaptık, keklik gibi avlandık, ters ayakta yakalandık ve yine sıçtık. Halbuki bu kapkara, zifiri, dev nihilist bulutun geleceğini de Barış Manço bir şarkısında ifade etmişti. Şu şifreli sözlere bakar mısınız? “Leyleğin ömrü iki laklak, değerler oldu tepe taklak.” Ne yapıyor burada? Radikal nihilizme geçişin, değerlerin çöküşünün mesajını iletiyor bize. Gerçi şarkının sonuna doğru “El salla kol salla” falan diyor ama neyse.
Cro-magnon türünü temsil ettiğimiz insanın en büyük özelliği adapte olmasıdır. En kötü durumda bile pozisyon alabilen bu canlı türü, içgüdüsel bir şekilde her şeye uyum sağlar. Boğazına kadar boka batmış bile olsa durumun kotarılabileceği şıklarını hemen canlandırır zihninde. Hepimiz sıvı haldeyiz canlar. Bulunduğumuz kabın şeklini alıverdik, bu kap da dünya. Üstümüzden ve altımızdan hafifçe bastırdılar, tam da yuvarlak değiliz yani. Ne güzel! boynumuzu büktük, “ben de sizdenim” dedik. Hemen kollarımızı kaldırdık, özenle sakladığımız beyaz bayraklarımızı bir çırpıda dalgalandırdık ki ne dünyaya karşı verebilecek bir cevabımız kaldı ne de kendimize. Hani hattı müdafaa yoktu da sathı müdafaa vardı ya ve o satıh tüm bilincimizdi ya!.. Bilincimizin ırzına geçildi. Hattınız ve sathınız birbirine geçti. Baumann’a göre tüketim toplumu kültürünün ana mayası, unutmaktır. Bir nevi Korsakov durumu-bellek yitimi- Belleksiz sosyal yığınlar turnuvası. O güzel insanlar, o güzel atlar vesaire… Hepsi birer mitolojik kahraman haline geldi, tanrı desen bir kült olarak yerini aldı vitrinde. Diyojen’in feneri güneş büyüklüğünde. O haldeyiz yani. Tüm bu yozluklar içinde en büyük değerlerin, güdülenmiş değersizlikler olduğunu idrak ediyorsak, yaşayageldiğimiz bu sisteme karşı verdiğimiz tüm cevaplar bizatihi yeni karadeliklere dönüşüp yeni sistemlere yol açıyorsa, varoluşlarımız aslında yokoluşlarımızdır. Sistem artık dev bir silikon duvardır. Verilen tüm tepkileri emer, kendi içinde barındırır. Kierkegaard, “Umutsuzluk”ta Tanrı’ya yalvarır: “Tanrım işe yaramaz şeyleri görmeme engel ol, senin tüm gerçekliğini görebilen gözler ver.” diye. Tanrı’nın öldüğünü, pılısını pırtısını topladığını haber verecek kahinin gelmesine az bir zaman vardı oysa. Şimdi bu gözler neylesin? En acıklısı da hayret etme yetimizi kaybettik. Her şey o kadar sıradan geliyor ki bize, şu anda gök yarılsa, dev bir göz bize baksa kaldığımız yerden devam edeceğiz hayata. Bizden istenen de bu zaten: Şaşırma kabiliyetini kaybet! Günlük işlerin altında ezil, yorul, yatağa düş, kalk, çalış, sınırsız internet…Oh mis! Sosyolojide “hipodermik şırınga yöntemi”vardır. Bu yöntem kitle iletişim araçları kullanılarak, kitlelerin yönlendirilmesini, istenilen kıvama gelmesini ifade eder.Teknoloji vasıtasıyla güdüleniriz kısaca. Bu yöntem devletin ideolojik aygıtlarının alt başlıklarından biridir. (Althusser’le alakasız) Kışlalar, okullar, ibadethaneler ise aynı şekilde yüz yüze eğitim yoluyla bizi şekillendirir ve istenilen kıvama getirirler. Eğitim; kasıtlı kültürleme yoluyla davranış değişikliği meydana getirme sürecidir ki bahsettiğimiz bu mekanlar bizim davranışlarımızı kasten ve alenen değiştirmeye uğraşır. Bakın kasıtlı bir şekilde sizi kültürlüyoruz diyorlar, bundan ötesi var mı?
İğdiş edilmiş bu dünyanın gerçekliği bir hayal anı ise bu an bizim yaşamlarımıza denk düşmektedir. Dımdızlak ortadayız, aval aval bakınıyoruz ve işin fenası hiç de canımız sıkılmıyor. Sıkılmaya vaktimiz yok. Tv., akıllı telefon, bilgisayarlar…Derin düşünmek için zamanımız yok, duygusal yönden tatmin imkanlarımız dibe vurmuş. Soğuk yakınlıklar dönemindeyiz. Yakınlaşmaya başladığımız insanlar bizden çok uzakta farkındasınız değil mi? Yanı başınızdaki insan size daha uzak kimi zaman. Hal böyle iken bunu da kolayca içselleştirebiliyoruz. Bir bilinç bataklığındayız sanki. Peki bu bataklığı nasıl kurutacağız? Etrafınıza baktığınızda simülakrlar evrenini siz de görebiliyor musunuz?(Simülakr; gerçeğin kopyasıdır ve gerçek gibi görünmeye can atar. /Baudrillard ) Hani şiirde geçiyor ya “Dışarıda gürül gürül bir dünya” velhasıl bir çıt sesi bile yok. Kulaklarımız sağırlaştı, aynı tornadan geçmiş günler içinde debelenip duruyoruz. İş, güç, enerji der fizik.Bunu da boşaltım kısmımızdan anladık. Aristoteles, “Hükümdara dil uzatmak,devlete dil uzatmaktır.”der. Biz de en azından şimdilik dilimizi çıkarmayı öğrenelim şu hayata. Ya da ne bileyim dilinizi çıkarabilecek bir şeyleriniz olsun. Hiç mi yolunda gitmeyen bir şey yok? Ruhunuzu kemiren, sizi budayan hiçbir şey yok mu? Bulun ve üstüne gidin. Problemin çözümünün ilk basamağı, tanımaktır ve teşhis koymaktır. Daha sonrasındaki adımlar hacminizle, kapasitenizle doğru orantılıdır. Vitesi büyütmek gerekiyor.
Bunları küçük bir çay bahçesinde yazarken garson çocuk annesine seslendi:
“Anne, Umut nerede?”
“O gitti oğlum!”
“Görünen şey iyidir, iyi olan şey de görünür.”
Guy Debord