Doğada her şeyin bir dengesi vardır. Her organizmanın bir görevi. Mikroskobik canlılardan, deniz yosunlarına kadar, her canlı bu muhteşem orkestranın sesidir, soluğudur. Yaşayan canlılar ile onları saran çevre de, sürekli ilişki halindedir ki buna da Ekosistem, denir. Bir ekosistemin üyeleri: Üreticiler, tüketiciler, ayrıştırıcılar ve doğal çevredir. Ekosistemlerdeki yaşamın kaynağı, enerji akışı ve besin döngüsüdür. Besin zincirinin ilk halkası üreticiler olan yeşil bitkilerdir. Yeşil bitkiler güneşten aldıkları ışınları, topraktan aldıkları azot ve su ile birleştirerek besine ve oksijene dönüştürür.
Tüketiciler, yaşamları için gerekli olan besinleri hazır alırlar. Ayrıştırıcıların sindirim sistemi tam gelişmemiştir. Bu yüzden besinlerini bulundukları ortamlardan “yarı sindirilmiş sıvılar” olarak alırlar. Bazıları salgıladıkları enzimlerle hem kendi besinlerini kısmen sindirmiş olurlar, hem de organik artıkları parçalayarak ölmüş bitki ve hayvan artıklarını ortadan kaldırırlar. Bu sayede doğadaki besin döngüsüne önemli katkıda bulunmuş olurlar. Doğadaki karbon döngüsü, azot döngüsü, su döngüsü, fosfor döngüsü yaşamı sürekli kılan, birbirine bağımlı bir mucizedir aslında. Yağmur yağar, toprak beslenir, barajlar dolar. Tersinden de söylenebilir: Deniz ve göletlerden buharlaşan su, bulutları oluşturur. Koşullar uygun olduğunda yağış meydana gelir. Yağış şeklinde yeryüzüne düşen su, toprağa sızarak yeraltı sularına veya yüzeysel akıntı olarak okyanuslara, denizlere karışır. Yüzey sularının buharlaşmasıyla su atmosfere geri döner. Biyoloji dersi vermek değil, elbette amacım. Ancak, doğanın kendini sürekli var eden, bu sarmal ilişkilerini bilmek, bu zincirin halkalarından birinin kopması halinde ortaya çıkacak zararları da bilmek açısından gerekli. En basit canlı topluluğunda bile yüzlerce tür birbiriyle ilişki içindedir. Bu ilişki genelde iki canlı türüne de fayda sağlar.
Örneğin kartallarla bir çayırdaki otlar arasında ilişki kurmak zordur, ama bu iki canlı türü de dolaylı olarak birbirlerine bağımlıdır. Kartallar ot yiyen tavşanlarla beslenerek otlara yardım eder; bunun karşılığında otlar da tavşanları besleyerek kartallara doyurucu bir yiyecek hazırlar. Kuş ile ağacın ilişkisine bakalım: Kuş, ağacın üzerinde yavrularını büyütür. Bir ağaç, birçok canlının evidir aslında. Yani, beraber yasayan tüm canlılar hastalıkta ve sağlıkta, iyi günde ve kötü günde bir arada yasamak üzere evrim tarafından birleştirilmişlerdir.
Ancak, insanoğlu tabiri yerinde ise doğanın bu tekerine çomak soktuğu aşikârdır. Ve bundan en çok zararı da yine kendisi görmektedir. Nükleer santraller, filtre edilmeden atmosfere salınan fabrika gazları, atom bombası, termik santraller, savaşlar, baz istasyonları ve büyük bir buluşmuş gibi, yutturulmaya çalışılan, Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar…
Tüm bunların altında daha çok kar, daha hızlı ve ucuz üretim mantığı yatmaktadır. Ancak kar, bir avuç azınlığın elinde toplanırken, zarar bütün insanlık ve gelecek nesillere kesilmiştir. Konuya böyle bir giriş yaptım çünkü GDO, bu mantığın dışında açıklanamaz. İnsanlığın yararına sunulmayan hiçbir teknolojik gelişme anlamlı değildir.
Peki, nedir Genetiği Değiştirilmiş Organizma?
Genetik özellikleri ile oynanmış ve değiştirilmiş olan besin ve gıdalardır. Genetik mühendisliğinin alanıdır. Bir canlıdan diğerine genler; kesme, yapıştırma ve çoğaltma işlemleri ile yapılmaktadır. Yani, tavuk geni aktarılmış patetes, akrep geni aktarılmış yonca, muz geni aktarılmış domates. Kare şeklinde karpuz, kabuğunun altından mısır çıkan muz, rengi yeşile dönmüş portakal görmek mümkün olacak artık. Söylenen amaç, öyle ironiktir ki! Sunulan amaç, dünyadaki açlığın giderilmesi, tarıma uygun olmayan alanlarda üretimin yapılması vs. Oysa, asıl amaç gıdada, tekelleşmektir. Zira GDO’lu ürünlerde tohumlar, kendini yeniden üretememektedir. ( Tohum alınabildiği söylense de, alınan tohumların verimsiz ve düşük oranda olduğu, rekoltesinin azaldığından bahsedilmektedir.) Yani, çiftçi ürettiği ürünlerden tohum ayıramaz hale gelmektedir. Bu da çiftçiyi GDO teknolojisine sahip devletlerin ve firmaların uydusu haline getirmektedir. Üstelik, GDO’lu ürünlerin tohumları, GDO’lu olmayanlara göre, %25 ile %100 arasında daha pahalı olup her yıl yenilenme zorunluluğu söz konusudur. Fiyatının yüksek olması nedeniyle tohumluk alımını uzun süre devam ettiremeyecek olan küçük çiftçiler bu durumdan zarar göreceklerdir. AB ülkelerinden Fransa, Almanya başta olmak üzere birçok ülke GDO’lu ürünlerin ülkelerine girmelerini engelleyecek tedbirlere başvurmaktadırlar. Ülkemizdeki durum ise hiç de iç acıcı değil! Çünkü denetim olmadığından, ne kadar alanda GDO’lu ürün yetiştirildiği bilinmiyor. Üstelik, GDO’ların biyoteknoloji ve biyogüvenilirlikleri konusunda mevzuat çalışmaları da yok! Özellikle gümrük kapılarında GDO’ların tesbiti yapılamıyor. Özellikle mısır ve soyadan üretilen yağ, un, nişasta, glikoz şurubu, bisküvi, kraker, kaplamalı çerezler, pudingler, bebek mamaları, gofretler, şekerlemeler, hazır çorbalar, çikolatalar, mısır ve soyayı yem olarak tüketen tavuk ve benzeri hayvansal gıdalar ile pamuk GDO’lu olma riski taşıyan gıdaların başında geliyor.
GDO’lu ürün yetiştiren ülkelerin başında, ABD geliyor. Irak’a, Afganistan’a ‘demokrasi’ vaad etmesi gibi, şimdi de aç ülkelere bolluğu vaad ediyor. Oysa amaç, diğer ülkelerin doğal floralarını bozup kendine bağımlı hale getirmektir. GDO’lu ürünler üzerindeki çalışmalar ilk ABD’li şirketler tarafından başlatılmıştır.
Bu ekonomik zararından sonra gelelim GDO’lu ürünlerin diğer zararlarına:
GDO’lu Besinlerin İnsan Vucuduna Zararları (Potansiyel)
GDO’lu bitkilerden ve hayvanlardan elde edilen ürünlerin meydana getirebileceği risklerin başında alerji gelmektedir. Genetik yapı değişiminde, verici kaynağın alerjen özelliklerinin transfer edilen bitkiye ya da hayvana geçmesi engellenemeyebilir.
GDO’lu bitkilerin doğrudan ve dolaylı olarak kanserojen etkisinin olabileceği birçok araştırıcı tarafından belirtilmektedir. Özellikle, herbisitlere dayanıklı GDO’lu pamuk, soya, mısır ve kolza çeşitlerinde kullanılan bazı kimyasal maddelerin doğrudan kanser yapıcı oldukları bilinmektedir. Öte yandan, sindirim sisteminde tam olarak sindirilmeden dolaşım sistemine geçerek kan hücreleri aracılığı ile normal genoma katılabilen yabancı DNA parçalarının da hastalıklarda etkili olma ihtimali söz konusudur.
GDO’lu Besinlerin Çevresel Zararları (Potansiyel)
GDO’lu bitkilerin kalıntılarındaki toksik maddelerin toprağa ve suya geçtiğine ilişkin çok sayıda araştırma sonucu bulunmaktadır. Bu nedenle, toksinlerin diğer organizmaların besin zincirine katılmaları da söz konusudur. Bazı genlerin ürettiği endotoksinlerin toprakta 33 hafta kaldığı belirlenmiştir. Öte yandan, GDO’lu bitkilerin ikinci kuşak üretimini engellemek amacıyla, uygulanan terminatör teknolojisi gereği, tohumlar üreticiye verilmeden önce yüksek dozda antibiyotik ile bulaştırılmaktadır. Bu tohumların ekilmesiyle toprağa önemli miktarda antibiyotik geçişi söz konusudur. Buğday ve pamuk gibi çok geniş alanlarda ekimi yapılan ürünlerde bu uygulamanın etkisinin ne kadar büyük olacağı açıktır. Klasik herbisitler ürüne de zarar verdiğinden, üreticiler tarafından son derece dikkatli ve düşük dozda kullanılır. GDO’lu çeşitler ot öldürücülere dayanıklı olduklarından, ürüne zarar vermeyeceği düşüncesiyle, daha fazla ilaç kullanımı söz konusu olmuştur. Denemeler sonucunda, GDO’lu soyalarda herbisit kullanımının bir kaç kat arttığı belirlenmiştir. Antibiyotiklere dayanım izleme genlerinin toprak bakterilerine geçmesi ya da terminatör teknolojisi gereği toprağa verilen yüksek dozdaki antibiyotiklerin baskısı nedeniyle dayanıklı yeni bakteri tiplerinin oluşma ihtimali her zaman vardır. Virüslere dayanıklı olarak geliştirilen GDO’lu bitkilerin, başka virüs tiplerinin ortaya çıkmasına neden olabileceği Michigan Üniversitesi’nde deneysel olarak kanıtlanmıştır. Virüs genleri, diğer virüs ve retrovirüslerin genleri ile karışabilmekte, bunun sonucunda da patojeniteleri artmış yeni virüsler oluşabilmektedir. Bu gen karışımının 8 hafta gibi kısa bir sürede gerçekleşebileceği deneysel olarak kanıtlanmıştır. Öte yandan, “Cauflower Mosaic” virüsü GDO’lu mısır, pamuk ve kolzalarda yaygın olarak kullanılmaktadır. “Pararetrovirüsler” grubundan olan bu virüsün, hepatit-B ve HIV virüsleri ile büyük benzerlik göstermesi, konunun önemini daha da artırmaktadır.
Bitkilere kazandırılan yeni özellikler bu bitkilerin yaşadıkları çevredeki floranın bozulmasına, doğal türlerde genetik çeşitlilik kaybına, ekosistemdeki tür dağılımının ve dengesinin bozularak genetik kaynakları oluşturan yabani türlerin yok olmasına neden olabilecektir. Çiçektozları, genetik kirlilikte en önemli etkendir. Mısır çiçektozlarının rüzgârın etkisi ile canlı olarak 1 km uzağa gidebildiği, yoncada arıların çiçektozlarını canlı olarak 2-3 mil uzağa taşıdıkları deneysel olarak belirlenmiştir. Genetik olarak değiştirilmiş bitki çiçektozlarının rüzgâr, kuş, arı, böcek, mantar ve bakterilerce taşınması sonucunda kilometrelerce uzaktaki bitki türleri de etkilenecek ve genetik bir kirlilik ortaya çıkabilecektir. GDO’lu ürünlerden gen geçişleri yabani türlerin özelliklerini bozacak ve bitkisel gen kaynaklarının geri dönülmesi zor bir zararla karşı karşıya kalmasına neden olabilecektir. Ayrıca, GDO’lu bitkilerdeki herbisitlere dayanıklılık genlerinin yabani akrabaları olan otlara geçmesiyle, tarımsal mücadele güçlüklerle karşılaşabilecektir.
GDO’lu mısırlardan yabani mısır türlerine gen bulaştığına ilişkin resmi raporlar yayınlanmaya başlanmıştır. Yabani floradaki genetik yapı değişiklikleri, onların gen kaynağı olarak değerini tamamen yok edebilir. Arkansas Üniversitesi’nde yapılan bir çalışmada, GDO’lu çeltikten, çeltiğin yabani gen kaynağı olan kırmızı çeltiğe gen geçişinin olduğu belirlenmiştir. GDO’lu bitkiler için geliştirilen herbisitler, bu bitkilerin dışındaki tüm bitkileri kesin olarak öldürmektedir. Geniş alanlara uygulanan bu tip herbisitlerden yabani floranın olumsuz etkilenmemesi mümkün değildir. Öte yandan, terminatör genlerin akraba türlere çiçektozları ile geçerek onların ikinci yıl tümüyle yok olmalarına neden olması yüksek bir ihtimaldir. GDO’lu bitkilerden kaynaklanabilecek genetik kirlilik, birçok yabani türün anavatanı olan Türkiye için ayrı bir önem taşımaktadır.
GDO’lu ürünler, doğayı ve insanlığı sömürmenin yeni adıdır. Dünyanın tüm kaynaklarını tüketenler, şimdi de gıda üzerinden, az gelişmiş ülkelerin tarımlarını bitirip, uzun vadede kendilerine bağımlı kılmayı amaçlamaktadırlar. Afrika, Avrupa’nın kendilerine gönderdiği GDO’lu ürünleri: ‘ Böcek yeriz daha iyi!’ diyerek reddetmişti. Türkiye’nin kaynakları: toprağı, suyu, güneşi bereketli ve doğal ürünler verebilecek kalitededir. Yeter ki, doğru kullanılabilsin. Yeter ki, doğru tarım politikaları geliştirilerek, gündeme sokulsun ve uygulansın. Yeter ki, dışa bağımlılık politikasının yerini, kendi kaynaklarını ve iş gücünü üretime yönlendirme stratejisi alsın…
KAYNAKLAR
Acar, A., 2000. Modern Biyoteknolojide Dünya Ticareti II. Küreselleşme sürecinde Biyoteknoloji ve Biyogüvenlik Sempozyum Bildirileri, 23-24 Ekim 2000, Ankara
Anonim (2010b): Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmalar ve Ürünlerine Dair Yönetmelik. 13 Ağustos 2010 tarihli Resmi Gazete, Sayı: 27671.
Haspolat, I, Özgen Ö (2011): Tüketicilerin Genetik Yapısı Değiştirilmiş Gıdalara İlişkin Görüşleri: Kültürlerarası Bir Karşılaştırma. Üçüncü Sektör Sosyal Ekonomi Dergi, 46: 40-60.
Özgen M, Ertunç F, Kınacı G, Yıldız M, Birsin MA, Ulukan H, Emiroğlu H, Koyuncu N, Sancak C (2005): Tarım teknolojilerinde yeni yaklaşımlar: Bitki Biyoteknolojisi. Türkiye Ziraat Mühendisliği 6. Teknik Kongresi, Ankara.
Fatma Işık Tuğcu | Ziraat Mühendisi
Kaynak: https://yesilofke.com/yazilar/makaleler/kapitalizmin-yeni-silahi-gdo/