Basık bir odada bırakıp çıkıyordu kendini. Bu odaya öyle çok uğrar olmuştu ki bir süredir iki kişilik yaşıyordu hayatını. Her odadan çıkışında önce bir daire çiziyordu. Bir süre, sadece susuyor tüm dünyaya dargınmış gibi seyre dalıyordu boşluğu. Ardından bulduğu ilk banka oturup odadan çıkışının üstünden en az on dakika geçene kadar son ses müzik ile kapatıyordu kulaklarını. Odada bir yarısını bırakırken, en ağır yarasını alarak çıkıyordu. Bu bir çeşit zihnini susturma çabasıydı. Kendi sesini duymamak için kendine oynadığı çaresiz bir oyun gibi. On dakikanın ardından ayağa kalkıyor ve hiçbir şey yokmuş gibi devam ediyordu yürümeye. Zihninde dönüp duran bir şarkı lakin daha önce hiçbir yerde çalmamış bu şarkı. Bazı şarkılar ona özeldi çünkü, her odadan çıkışında çalardı ve bunu yalnızca kendi duyardı.
Basık oda bastırdığı ne varsa alırdı içinden, tasarlardı zihninden, kendini hazırlar ve tüm acıları yoğunlaştırıp harmanlamak için girerdi içeriye. İlk çıktığında hep gülümserdi, kendisini artık tanıyan sekretere, sırasını bekleyenlere, bazen onunla gelenlere, bazen de öyle bomboş duran koltuklara. Sanki az önce titreşimlerle zorlanan beyin kendisinin değilmiş gibi gülerdi fakat tek kelime etmezdi. İçeride neler olup biter bilmezdi kimse. Bazen soruları önlemek adına ufak ama alakası olmayan detaylar verirdi. Nasıl anlatılır derdi hep, pek bilmezdi, anlatacağı şeyi hiç doğrudan diyemez mutlaka başka yerlere sapar, seni de patikalara sürükler dururdu. Hep kızarmış olurdu gözleri, gözlerine bakıldığını fark ettiğinde rengi değişirdi gözlerini kısar ve karşısındakinin gözlerine doğru öyle bir bakardı ki kara delik gibi geçerdi içinden. Gözlerinden çekilince gözler, bin karakterli gülüşü alırdı yüzünün çevresini, bakakalırdın. İçtenliği öyle hortum gibi çekerdi seni.
Böyleydi yani en son gördüğümde. Öğrendik ki bambaşka biriymiş eskiden, sonra malum üzmüşler. Direnirken kaybetmiş aklını. Kendisi ölemeyince zamanla başka şeyleri öldürmüş içinde, sonrasında da katil ilan etmiş kendini. Ceset doluymuş içi kendisini de bir ceset torbası olarak görürmüş. Her giden bir şey almış kendisinden, sorunca kalan tek şeyin kan olduğunu söylermiş. Her ayna karşısına geçtiğinde de “Magoa! Magoa! ” dermiş. Tam iki kere dünyaya geldiğini, üçüncüsünde asla ölmeyeceğini söylermiş. Nedeni sorulduğunda; ölecek hiçbir şey bırakmayacağım da ondan der fısıltılı bir kahkaha atar gidermiş. Aklını kaybedince hiç kendini aramamış bir daha. Hatta yakınlarda ölmüş diyorlar, yeniden doğmak üzere. Öyle biriydi işte Ferzane, sevilmediği her an için bir kurşun patlardı içinde, sesini kendisi bile duymazdı.
Şeker Portakalı’ndan bir kesit asmışlar ondan sonra o basık odanın koridorlarına; “Ben şuna inanıyorum sevgi insana her şeyi yaptırabilir, bir de sevgisizlik.”
Çok bilirsen ölürsün der, Ferzane’nin içi meçhul mezarında. Kim bilir yeniden doğup başka bir hikayede gerçekten ölümsüz olmuştur da içindeki cesetler onu öldü sanıyordur ya da unutmuştur bildiği her şeyi yeniden tanışmışızdır da haberimiz yoktur.