Hoşgörü, sevecenlik, iyilik… İnsan ne için yaşar? İnsanlığın başlangıcından beri filozoflar, yazarlar bu soruya yanıt aramışlar… İnsan ne için yaşar? Senaca, bunu direnç olarak, dayanma gücü olarak açıklıyor ve sabır. Bu yüzden dilimize “Tanrısal Övgü” adıyla çevrilen kitapta acılara dayanabilmeyi bir erdem olarak niteliyor ve büyük acıların ve yoksullukların hep büyük insanların, iyi insanların başına geldiğini anlatıyor. Bu düşünce zor zamanlarında insana güç veren, “her şey insan için” diyerek sabretmeyi, iyiliği korumayı, kendi çıkarın için başkasını incitmemeyi önerdiği için değerli. Ancak birincil yöntem olarak benimsenirse insanı çıkmaza sürükleyecek bir tehlike barındırıyor. Başımıza gelenlere sabretmek, mücadele etmek, gücünü korumak. Evet bu insani temel çok güzel. Ancak acıyı ve zorluğu yaşayarak iyi insan olunacağından hareket ederek zorluğu seçmek tehlikeli. Yapaylık çünkü; burada insanın kendini aradan çekmesi var. İçtenlik kaybı… Bir yöntemin sonucuna varmak için teslimiyet var. “Yoksulluğu aşağılayın. Doğduğunuz andakinden daha yoksul olamazsınız.” Diyor. Evet burada da ben her türlü zorluğun üstesinden gelirim direnci var. İnsan nasıl bir yandan dayanmayı öğrenirken bir yandan mücadele edecek? Dayanmak zaten mücadele etmek mi yoksa?
Düşünmek bir yöntem sorunu. Hangi düşüncelerin sonuçsal, hangilerinin başlangıçsal olduklarını ayırt etmeksizin benimsemeye kalkarsak, aç karna içilmesi gereken ilaçları tok karna, tok karna içilmesi gereken ilaçları aç karna içiyormuşuz gibi oluruz.
Hiçbir devirde günümüzdekinden daha çok kafa karışıklığı olmadığı için bugün felsefe her zamankinden daha önemli. Çünkü felsefe düzenler, yön verir, harmanlar, içsel doğuşu sağlar. Bakış geliştirir. Kitaplar nasıl ki okunmaya başlandıkları an canlanırlarsa felsefe de düşünmeye başladığımız an canlanır. Geçmişle ve gelecekler bağ kurmamızı sağlar. Şimdiki zamanı yorumlama gücü verir.
Umutsuzluğu ve hüznü öneren bir filozof olarak Kierkegaard (Etik Estetik Dengesi) Seneca ile bir yerde buluşuyor. Biri en baştan umutsuzluğu önererek (yani hayatımıza siyah bir fon çekmiş oluyoruz ve böylece zaten hüznü, acıyı, kaybetmeyi, elimizde tutuyor olduğumuz için bu kara fon üstünde görülebilecekler olsa olsa umut ve sevinç olabiliyor; onlar da kara fonun etkisi ile her dem hüzün suyuna banmış olduklarından ayakları yerden kesen uçucu bir mutluluk değil de ağırbaşlı bir güzellik, kendindelik yaratmış oluyorlar) diğeri acıyı önererek… Umutsuzluk fonunda gerçeği daha iyi daha derinlikli, daha kapsamlı kavrayabilen insan, acının, zorluğun, kaybetmenin, yoksulluğun bilediği erdemli insan ile benzeşiyor. Umutsuzluğun doğruyu gösterebileceği düşüncesi Seneca’nın önerdiği zorlukların iyi insanlar için olduğu ve ortaya çıkan dayanma gücü ile mücadele gücü ile insanın insan olduğu düşüncesi ile benzeşiyor. İkisi de en baştan kaybetmeyi, çekilmeyi, heves etmemeyi önerdikleri için. Ancak Seneca’daki çelişkiye gene gelip takılıyoruz; madem acı, mutsuzluk, zorluk, bizi iyi insan yapacaksa, zaten istediğimiz şeylerin yok olması için niçin mücadele edelim? Sanırım burada da Siyssphos’un kayasının karşısında “insan sorumluluktur” diyen bir düşünce devreye giriyor. Sanırım felsefe böyle. Düşünceden düşünceye… Birinin çıkmaza girdiği yerde öteki bir yol açıyor. Böylece düşünce günlük yaşamın içinde insanın aynası oluyor. Eğer çalışıyorsa görülebilecek aksaklıklar vardır. Çalışmıyorsa köşesine çekilmişse farkında olunmaz. Hayat Heraklitos’un penceresinden. “İnsan aynı suda iki kere yıkanmaz.” Burada böylece, durmadan yenilenen dirim karşısında tek bir felsefi görüşü benimseyip onda sabit de duramaz insan. Öyleyse felsefe durmadan soru sorarak çalışır hale gelen düşünsel bir mekanizma ve çalışır hale geldikçe tekleyeni, olmayanı görürüz. Günlük yaşamın kimi çıkmazlarına haritaya bakmak gibi yanıt bulabiliriz. Düşünmenin google ile raftan bir şey almak olduğu günümüzde sanırım en çok ihtiyacımız olan yön bulmak…
Orkestrada çalarken durup enstrümanının hangi ağaçtan yapılmış olduğuna cesaret eden biri belki bugün yön bulabilir. Yolda kalan biri. Yavaşlayan biri. Duran biri. İçindeki müziği duymak için içinde yer aldığı dış müziği durduran. Düşünmek tarihin hiçbir döneminde sanırım bu derece duygusal bir yolculuk olmamıştır. Çünkü düşünenler azaldıkça düşünmek bireysel bir eyleme dönüştü. Kalıbın dışında. Farklı olan. Robotlaşmanın dışında olan. Yaşantısı üzerine düşünürken “en son aklımda kalan samimi sahne…” diyor Murakami’nin “İmkânsızın Şarkısı”’nın başkişisi. Hayatlarımızda anımsadığımız en son samimi sahne ne zaman? Günümüz için önemli bir soru. Hazır gıdalarla beslendiğimizi için iletişimlerimiz de artık hazır. Savunmaya geçmek, kalkanlar, oyunlar… İnsan ilişkilerini ikincil bir halde yaşıyoruz. İlk karşılaşma acarlığını yitirdik çünkü bugün insan artık fiziksel sınırların dışında bir yerde. Her yerde. “Hep burada olduğum için pek burada değilim” durumu var. Hayvanlara daha çok yöneldik çünkü olnlar bizden daha çok birincil halde. Oldukları gibiler. İnsan ilişkilerinde niteliksizleşme değil, her iki taraf için de yıpratıcı bir sürecin kişileri olarak varız. Artık insanlar olarak. Yeni insanlar olarak değil. Duygu düşünce dünyaları ile dijital artık diyebileceğimiz bir insan var. Bu yüzden Stoacı bir filozof belki de ilk kez düşünceleri bunca değerli biri haline geliyor. Başka türlü yaşayabilmenin imkânı yok. Bu özgürlük yitimi, bu görev duygusu içinde etik ve estetik dengesi sarmalında bir yol bulmak zorundayız. “Acılar çektikçe iyi insan mı oluyorum? İyi insan olmak için acıları mı çekiyor muyum?” Karmaşası içinde.