in

Felaket

Uğurlu tavşanımız birdenbire ortadan kaybolduktan sonra bir daha hiçbirimiz kendimize gelemedik, gün yüzü göremedik. Köyün üzerine kara bulutlar çöktü, taze gelinler bile ıkınıp ıkınıp doğuramadı, balığa çıkanlar geri dönemedi, geceleri hiç kimseyi uyku tutmaz oldu. Köyün karanlık, gübre kokan sokaklarında uyurgezerler gibi sarsak adımlarla dolaşırken birbirimize çarpar olduk, gırtlak gırtlağa geldik, tavuklar yumurtlamaz, hayvanlar yavrulamaz, ekinler bir santim olsun boy atmaz, kuşlar ötmez… Kaybımızın büyüklüğünü tam olarak idrak edince, neredeyse aklımızı kaçıracaktık. Bazılarımız çabucak çıldırıp kendini bu melanetten kurnazca kurtardı, kimi kadınlar uzun kara saçlarını yoldu, yüzlerini gözlerini ilenerek tırmaladı, elbiselerini parçaladı, birkaç küçük çocuğun dili bir daha açılmamak üzere âniden ve aynı anda tutuldu.

Tavşanın ne zaman köye gelip de başımızın tacı olduğu ise hiç belli değildi. En yaşlılarımız bile bunu anımsayamıyor, kendi babalarıyla dedelerinin de bu can alıcı soruya doğru dürüst bir yanıt veremediğini savunuyorlardı söz birliği edip. Çok sıkışınca, ‘’Tavşan zaten hep vardı, buradaydı, köyün kurulduğu gün, o da atalarımızın yanında henüz bir yavruyken gelmiş olmalı,’’ diyorlardı. Bunu bildiklerinden değil, sırf bunaltıcı sorularımızdan kurtulmak, bizi başlarından savmak, çok gereksindikleri o ihtiyarlara özgü sükunetlerine, aldırmazlıklarına tekrar ve bir an önce kavuşabilmek dileğiyle.

Ben lanet tavşanı hiç görmedim. Gerçekten gören var mı, onu da bilmiyordum. Muhtar, onu her gün gördüğünü, kendi elleriyle üç öğün özenle beslediğini söyler dururdu. Herkes de ona sorgulamaksızın inanırdı. Ben hariç. Ben inatçı, bunun koca bir yalan, kuşaktan kuşağa aktarılan saçma bir söylence olduğu kanısındaydım. Ama işler birdenbire böyle tamamen tersine gitmeye karar verince, yaşlılar ile muhtar, bunu, sırf kutsal tavşanın âni yitimine bağlayınca, aklıma başkaca bir açıklama da gelmediğinden, artık ben de bu efsanenin doğruluğuna cânı gönülden inanır oldum. İnanmayıp da ne yapacaktım?

Tavşanı aramaya çıkanlarımız da ne yazık ki bir daha geri dönemedi. Zaten gönülsüz arayıcılardı bunlar. İçten içe hepimiz, bu yolculuğa kalkışanların da gizemli tavşanımız gibi derhal sırra kadem basacağından, kaçınılmaz olarak onunla aynı kaderi paylaşacağından içgüdüsel olarak emindik. Tavşanı örten karanlık, onları da bir burgaç gibi içine çekip yok edecekti. Bunu görebilmek için kâhin olmaya gerek yoktu. Köyün dışına çıkanımız olmamıştı daha önce. Ne pusula ne bir şey. Beş gönülsüz kahraman yola koyulurken sevdikleriyle vedalaşmadı, elvedalaştı. Gözyaşları içinde. Defalarca öpüşüp koklaşarak, birbirlerinin suratını, kollarını sevgiyle, öne çekilmiş baş edilmez bir hasret duygusu ve kuvvetle okşayarak. Tavşanımızın peşinden. Kendileri yönünden her şeyin erkenden, haksızca sona erdiğini, bilinmezlik tarafından birer lokmada kolayca öğütüleceklerini kesin şekilde bilerek. Onca insan arasında, kuradan neden kendi adlarının çıktığına daima hayret ve lanet ederek.

Gençlerimiz, kahvede yaptıkları birkaç yarı gizli gece toplantısının ardından köyden derhal göçmeye karar verdi. Ben orta yaşlı olduğumdan onlara katılmaya cesaret edemedim. Gerçi gönlüm, artık uzun zamandır ölümü ağırlamaya hazırlanan yaşlılarla kalmaktan yana da değildi. Biraz enerjim, hevesim olsa, gençlerin arasına karışır, yeni bir başlangıç yapma konusunda bir saniye bile duraksamazdım. Ama olmadı işte yazık ki, kurulu düzenimi bozmayı göze alamadım. Tavşan belki de, nasıl durduk yere sırra kadem bastıysa, aynı şekilde takrar ortaya çıkar, bizi affeder, her şey eskisi gibi güzel olur, gençler de güle oynaya geri döner diye umdum. Ya da böyle olacağı konusunda kendimi ustaca kandırmayı başardım… Aradan yıllar geçti. Ormanda ve tarlalarda çok sayıda tavşan görüldü, ancak muhtarımız görgü tanıklarının verdiği eşgâllerin hiçbirinin uğurlu tavşanımızınkine biraz bile uymadığında diretti. Bir daha hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağına, o trenin çoktan kaçtığına kim bilir kaçıncı kez yılgınlıkla ant içti. Umudunuzu kesin artık, hakikati olgunlukla kabullenin ey ahali! dedi. O güzel, bereketli, aydınlık günler geri dönmemek üzere yitip gitmiş sevgili, kutsal tavşanımızla beraber. Tavşanımızı küstürmüşüz, değerini bilememişiz, hatta bazılarımız varlığına bile inanmayınca, zavallı tavşan haklı olarak sinirlenip ortadan kaybolmuş, inançsızlık ve vefasızlık hepimizin sonu olmuş. Fazlasıyla hak etmişiz yani yaşadığımız bu benzersiz felaketi ona kalırsa.

2 Yorum

Cevap Yazın
    • Tavşan peki mutlu olmuş mu gittiği yerde , o da pişman mı acaba, inançsız ve vefasız yazarı gibi.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

“Çürümelisin Ingrid Çünkü Dönem Çürümüş” Carl Drayer, ORDET

Yağmur Uykusu