in

Entelektüel Sığlığımız Üzerine!

Türkiye’de gerçek anlamda bir entelektüel sığlık vardı. Bunu fark etmemeniz imkansızdı. Her geçen gün daha da imkânsızlaşıyordu sanki. Konuşmalarımız, ahlak anlayışlarımız, yaşam felsefemiz ve diğer her şey. Sığdık! Korkunç bir sığlık! Politikacılarımızın, okullarımızın ve din adamlarımızın bizi hapsettiği büyük bir sığlık hapishanesinde yaşıyorduk. Üstelik yeterince sığ olduğumuzu düşünmüyor ve sığlığın sınırlarını zorluyorduk. Nereye kadar gidebileceğimiz tartışmalıydı, nereye gittiğimizde. Akademisyenlerimiz birer entelektüel dilenci gibiydi. Ne verebilirdi onlar bize! Bir sığlık dahi yoktu onlarda. Onlar entelektüel ölülerdi ve ölmeye devam ediyorlardı. Entelektüel olarak sığ olduğunuz zaman sorunlarınıza çözüm de bulamıyordunuz. Yoksulluk ve diğer tüm sorunlar için bir çözümünüz olmuyordu. Her şey çürüyordu böylece. Kabalığa, cehalete, umursamazlığa, derinsizliğe, boşluğa, anlamsız konuşmalara, tekdüzeliğe kurban ediliyordu. Sokaklar da bunu görebiliyordunuz ve apartmanlarda, büyük binalarda ve plazalarda. Dokunduğunuz her yer çürüyordu. Entelektüel bir çürümeydi bu. Biraz da ahlaki. Ama tüm çürümelerin kökeni entelektüeldi. Böyleydi bu ve değişmeyecekti.

Ne sığlıktı ama! Öğretmenlerimiz ve ailelerimiz birer sığdı. Çocuklarını da birer sığ olarak yetiştiriyorlardı. Tabii aydınlarımız da öyleydi ve gazetecilerimiz. Politikacılarımız da sığdı. Herkes biliyordu bunu. Onlar da. Entelektüel olmayan tüm toplumların çürüdüğü gerçeği vardı önümüzde. Kapatamadığınız bir delik vardı. Ne ahlak, ne din, ne politika, ne zenginlik, ne şöhret o deliği kapatabiliyordu. Bizim toplumumuzun anlamak istemediği şey tam da buydu. Sığlığıyla oldukça mutluydu ve bununla övünüyordu. Korkunç bir katilin hepinizi öldüreceğim demesi gibi. Türk toplumunun sığlığını fark edemeyiş hali ilginçti. Her geçen gün biraz daha bataklığa saplanıyordunuz ama bunu fark edemiyordunuz. Ölmek ve tekrar ölmek gibi. Anlamsız tekrarlar Türk toplumunun gerçeğiydi. Sıradan yaşamlar ve sıradan ölümler! Bundan ibaretti.

Tüm bu sığlık virüsünün nereden yayıldığını merak ediyordum. Politikacılar mı veya din adamları. Aydınlar mı veya sanatçılar. Yazarlar mı yoksa ya da gazeteciler. Virüs yayılıyordu ve hiç kimse bu virüsü yayanın kendisi olduğunu söylemiyordu. Yani bir suç vardı ortada. Sahipsizdi. Kimse onu umursamıyordu anlaşılan. Sığ bir dünyaya hapsediyorduk kendimizi.  Berbat araba ve evlere sahip olduğumuzda hayatın anlamını kavradığımızı zannediyorduk. Boktan konuşmalara şahit oluyordum her gün. Ne kadar sığdık! Ne kadar sığdım! Yaşadığımızı zannediyorduk hepimiz. Belki de temel yanılgımız buydu. En büyük yanılgımız!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Amerikan Folk ve Klasik Hint Müziğini, Balkan Ritimleriyle Harmanlıyor: Rupa Marya

İyi Bir Senaryo