in ,

Dünyayı Isıtan Kara Güneş: Harlem Rönesansı

Harlem Rönesansı Kökler

1865’te sona eren Amerikan İç Savaşı köleliğin kaldırılmasıyla sonuçlansa bile, güneyli toprak sahipleri eşit yurttaşlık fikrine çok alışamamışlardı. Savaştan sonra da Afro-Amerikalılar güneyde örtük bir şekilde olsa da baskı, ayrımcılık, kötü hayat şartları ve her an linç edilme korkusuyla yaşamaya devam ettiler. Yasalar üzerinde eşitlik olsa da siyahlar ikinci sınıf insan muamelesi görmeye ve çok düşük ücretler karşılığında güneyli efendilerinin boyunduruğunda plantasyonlarda berbat koşullarda çalışmaya devam ettiler.

Kuzeyin demokratik havası, güneye göre daha sanayileşmiş olması ve yeni iş olanakları güneyin yoksul siyahlarını kendine çekti. Her açıdan daha iyi şartlar sunan kuzeyin endüstrileşmiş eyaletleri, güneyin zorba toplumsal politik atmosferinden bıkan Afro-Amerikalılar için çok daha fazla şey vaadediyordu. Amerikan tarihine Büyük Göç (Great Migration) olarak geçen süreçte milyonlarca güneyli yoksul siyah, kuzey, orta ve batı Amerika’ya doğru yeni ve daha iyi bir hayat için yola çıktı.

Harlem Rönesansı’nın önemli ressamlarından biri olan Jacob Lawrance, Büyük Göçü anlatan pek çok çalışmanın altına imzasını atmıştır.

19. yüzyılın başlarında orta ve üst sınıf beyaz Amerikalıların oturduğu New York’un Harlem bölgesi, hem Avrupa’dan yeni umutlarla “fırsatlar ülkesi” Amerika’ya gelen yoksul beyaz göçmenlerin bölgeye yerleşmesiyle, hem de zengin beyazların başka bölgelere taşınmasıyla bir tür gettoya dönüştü. 20. Yüzyılın başlarındaysa zengin siyah emlakçılar, Harlem’den büyük bloklar satın alıp, büyük göçle New York’a gelen yoksul güneylilere kiraladılar. Bu süreçte Harlem yaklaşık 175 bin siyaha ev sahipliği yaparak “Amerika’nın Siyah Başkenti” ünvanını aldı.

Harlem bu dönemde Afrika kökenli Amerikalılar tarafından işletilen yayınevleri ve gazeteler, müzik şirketleri, tiyatrolar, gece kulüpleri ve kabarelerle doldu taştı. New York gibi büyük bir metropolde, Afrikalı köklerine duydukları özlemi ve köleleştirilmiş atalarının öfkesini hala içlerinde taşıyan siyahlar, büyük bir toplumsal siyasal fokurdanmanın ortasında adeta kültürel sanatsal bir patlamayla sonuçlanacak yoğun bir birikmişlik ürettiler. Harlem’de sadece yoksul siyahlar değil, sanatçılar, entelektüeller, yazarlar ve onları finanse edebilecek hali vakti yerinde siyahlar da yaşıyordu.


1920’lerde Harlem’de Gündelik Hayat.

Harlem’in siyahların toplumsal yapısında yarattığı dönüşümden etkilenen sanatçılar, mahalledeki hayatı şiirler ve öyküler aracılığıyla insanlara aktararak Harlem’e olan hayranlıklarını gösterdiler. Bu bakımdan, Harlem Rönesansı’nda aslolan Harlem’deki günlük yaşamı olduğu gibi, tüm gerçekliğiyle yansıtmaktı.

Harlem’de yaşayan siyahların toplumsal yapısında birçok dönüşüm meydana geldi. Bu dönüşümü anlatmak isteyen siyah sanatçılar öncelikle şiirler ve düz yazının çeşitli türleriyle mahalledeki varoluşu günlük yaşamın ayrıntılı betimlemleriyle kaleme aldılar. Harlem, siyahlar için kendileri olabildikleri yegane yer olarak, simgesel bir nitelik kazanmıştı.

Henüz 1909’da W.E.B. DuBois isimli bir siyahi kültür sosyoloğu ırkçılıkla mücadele edebilmek için The Crisis isimli bir dergi yayınlamaya başladı. Toplumsal reformun doğrudan politik mücadele yerine beyazları bilinçlendirmekten geçtiğini savunan DuBois, siyahların kendilerini şiir, makale, öykü ve çizimlerle ifade ettikleri bu dergiyle 100 bin tirajı yakalamayı başaracaktı. “New Negro Movement” olarak anılan hareketin tohumları böylece atılmış oldu.

Bütün bu çalkantının ortasında Alain Locke isimli bir aydın, “The New Negro” isimli bir kitap yazdı ve siyahları köklerine sahip çıkmaya ve onunla gurur duymaya çağırdı. Bununla yetinmeyen Locke, sivil haklar ve tam özgürlük için direnmeye çağırdı siyahları.

Bu çağrıya karşılık gecikmedi, çok sayıda Afro-Amerikalı şiir, resim, heykel, caz, blues, swing, dans, edebiyat, tiyatro, opera, kabare ve yaratıcılıklarını gösterecek her kanalla kendilerini ifade etmeye başladı. Bu 20. Yüzyıl Amerikan kültüründe bir devrim anlamına gelecekti.

Ünlü Afro-Amerikan şair Langton Hughes şunları söyleyecekti:

“Biz genç yaştaki zenci sanatçılar, artık korku ve utanç duymadan koyu renkli özbenliklerimizi ifade edebilmek istiyoruz.”

 

Dönemin şairlerinin ve yazarlarının ruhunu anlayabilmek için Hughes’in Zenciyim Ben isimli şiiri önemli ipuçları veriyor.

Zenciyim Ben

Zenciyim ben
Gece gibi
Afrika’nın derinlikleri gibi kara

Köleydim her zaman
Saray basamaklarını temizledim eski Roma’da

Harlem Rönesansı’nın en önemli şairlerinden bir sayılan Langton Hughes şiirlerini yazarken Harlem’deki blues barların havasından etkilendiğini ve şiirine blues’un ritmini katmaya çalıştığını söylemişti.

1920’lerin başından Büyük Buhran olarak anılan 1929 Ekonomik Krizine kadar en canlı dönemini yaşayan Harlem Rönesans’ı ortak bir amaç etrafında birleşmiş ve tek bir karaktere sahip bir akım değildi. Bu akım beyaz ırkçılığına karşı duyulan öfke ve Afrikalı köklerinden gurur duyan ve onu Amerika topraklarındaki tohumlarından fışkırtan pek çok farklı siyasal-kültürel akımla melezlenerek karakterize olmuştur. Hristiyan eşitlikçiliği, sosyalizm, liberalizm, eşit yurttaşlık gibi pek çok farklı kökten beslenen ve serpilen Harlem Rönesansının mermer bir blok gibi olduğu iddia edilemez. O, geleneksel Afrika müziğinden, Jazz ve Blues’a, Afrika anlatılarının modern versiyonlarından deneyselci şiire kadar oldukça çeşitli ve zengin bir varlığa sahip bir organizma gibiydi.

Harlem Rönesans’ı basit bir sanatsal hareket olmanın ötesinde –rönesansın taşıdığı yeniden doğuş, köklere dönüş anlamlarını da üstlenerek- Afrika kültürünün felsefi, sanatsal, kültürel olarak 20. Yüzyıl burjuva amerikan kültürüne bir başkaldırısı ve nihayet onunla sentezlenerek başka bir kültürel dönem yaratması anlamlarına da geliyordu.

Her ne kadar bu akımın adı Harlem Rönesansı olsa da, sonuçları itibariyle tüm dünyayı etkisi altına aldı, Avrupalı sanatçılara ilham verdi ve dünyanın pek çok farklı bölgesinde sanatsal uyanışları tetikledi.

Harlem’deki gece hayatını tasver eden dönemin ünlü ressamı Archibald Motley’e ait bir çalışma.

Harlem Rönesansı’nın en önemli yazarlarından biri James Weldon Johnson’dı. Onu kadın yazarlar Nella Larsen ve Zora Neale Hurtson takip etti.

Harlem Rönesansı şiirde de bir patlamaya yol açtı. Geleneksel biçimleri sürdüren Countee Cullen gibi şairler olduğu gibi, Langston Hughes gibi caz müziğin ritmini şiirselleştirmek isteyen deneyselci şairler de ortaya çıktı. Müzik ve edebiyat birbirinden besleniyor, sanatçılar birbirlerine ilham kaynağı oluyorlardı.

Cab Calloway ve orkestrası dönemin Harlem’inin en ünlü gece kulübü olan Cotton Club’ın en çok müşteri çeken gösterilerini sergiliyordu.

Aynı zamanda bu dönemde pek çok siyah oyuncu, tiyatroda ya da kabarelerde klişeleşmiş “zenci” rollerinin dışına çıkabilme şansı buldular. Yetenekleriyle her türden izleyiciyi kendilerine hayran bıraktılar.

Cab Calloway gibi oyuncu ve şarkıcılığı aynı anda yürüten eşsiz sanatçılar caz barlarda izleyenleri büyülüyordu. Enerjik ve neşeli, aynı zamanda son derecede yenilikçiydiler.

Dönemin en ünlü ressamlarından Aaron Douglas, hem kökleri derinlerde saklı Afrika yaşamına özlemi, hem de Harlem’deki uyanışı kendine özgü renk kullanımıyla yepyeni biçimlerde yorumluyordu.

Resimde ise Aaaron Douglas ve Willim H. Johnson primitif tarza, modernist öğeler katacak canlı renkler ve düz motiflerle yepyeni bir sanat anlayışı sergileyeceklerdi. Bir heykeltraş olan Sargent Claude Johnson ise çömlek, seramik, baskı sanatı ve grafik tasarım alanlarında pek çok eser verecekti.  Charles Altson ise Harlem duvarlarına yaptığı resimlerle sanatını sokağa taşıyacaktı.


Sargent Claude Johnson’ın heykelleri binlerce yıllık Afrika
heykel sanatının modern bir yorumuydu.

Caz ve blues her ne kadar Amerika’nın güney eyaletlerinde doğan ve gelişen müzikal türler olsalar da, asıl patlamayı Harlem’in gece hayatında yaptılar. Harlem’in en gözde mekanlarından biri olan Cotton Club’da bugün hayranlıkla ve saygıyla andığımız caz müziğin pek çok devi sahne alıyordu, her renkten ve kültürden insanlar arasındaki sınırları cazın büyüleyici doğasıyla belirsizleştiriyordu. Kimler yoktu ki bu sanatçıların arasında: Louis Armstrong, Duke Ellington, Bessie Smith, Fats Waller ve ırkçılar tarafından linç edilmek istenen Paul Robeson.

İnanılmaz ama gerçek, şansınız yerindeyse ve bilet bulabildiyseniz Louis Armstrong ve Duke Ellington gibi caz dahilerini aynı gece içinde izleyebiliyordunuz.

Harlem Rönesansı her ne kadar 1929 büyük ekonomik kriziyle sönümlenmeye başlasa da, Amerikan kültür sanat tarihinin pek çok evresinde dönüp ilham alınan bir dönem olarak hep hatırlandı. Amerika’yı emekleriyle inşa etmiş kara derili insanların varoluş mücadelesinin sanatsal yaratıcılıkla büyük bir patlama yaşadığı bu dönem, aynı zamanda ırkçılığa karşı atılmış büyük ve ders verici bir şamar oldu.

Yazımızı Bessie Smith’in bir şarkısıyla bitirelim.

Yazan Hidayet Marsilya

Dünyayı gezmek istediğim zamanlarda Google Earth imdadıma yetişir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Vegan Yürüyüş 2018 İstanbul – 7 Ekim’de Kadıköy’de

Bizim Hüzünlü Kıyamet Algımız