Kendini dışarıdan görememek, çağımız insanının en büyük sorunu. Uzun zamandır böyle yaşadığımızı düşünüyorum. Eskiden kendi yaşantımızdan çıkar, tamamlamaya çalıştığımız yapbozun parçasıymışız gibi kendimize uzaktan da bakabilirdik. Öyle büyük bir güven verirdi ki bu bakış yolculuğu, kendi yaşantımızdan çıkarım yaparak, genellemeye gitmeye bile soyunurduk. Ancak şimdi kendi yaşayışımız birikmiyor ki genel hakkında bir fikre yeltenelim… Kendimizle ilgili kavrama gücümüzü de yitirdik. Sadece öfke. Kof öfke. Kendime yardım etmeden sana nasıl yardım edebilirim? Kendi kıyılarımı görmeden senin kıyılarına nasıl uzanabilirim? Bir kamera olsa gün boyu suratımızı, davranışlarımızı biz fark etmeden çekse bize gösterse, anlasak yaşıyor muyuz? İç diyaloğunu yitirenin başkası ile diyaloğa girmesi zor. Çünkü konuşmak bir birikme, bütünlenme ister ve böyle böyle taşar ruh damla damla sözcüklerle… Uzun zamandır bize neler olduğunu takip edemiyoruz; çok kalabalıklar içinde çok gölgeye maruz kaldık… Sahi hangisi biziz? Bunun nedeni belki de sanal yaşamın yaygınlaşması ile kendini aşırı derecede suni bir dışarıdan görmeye maruz bırakmış olmak. Bir tür içsel körlük yaratmış olabilir bu durum; hayal gücünü, rüyayı ve boşluğun yaratıcılığını dışlayan verili iletişime maruz kaldık. Kesin ve hızlı yanıtlar arıyoruz. Soru cevap şeklinde baskı iletişimi içinde yaşıyoruz. Kartlarımızı görüyoruz önce oyuna başlamak için…
Kendi kendini dışarıdan görememek aynı zamanda kendi içine batmak… Kendi kendinin içine düşmek ve oradan kurtulamadığın için de verdiğin yanıtların dışarıdaki durumla ilgisinin olmaması… “Ben ne diyorum sen ne diyorsun”, “deme öyleyse” ile devam eden zincirleme bir diyalogsuzluk… Yazılı konuşma aynı zamanda “kalan” olduğu için, irdelenmeye ve takıntıya dönüştürmeye açık bir iletişim kanalı. “Al sana. Al sana…” Stefan Zweig in bir solukta okuduğum “insan ruhunun derinlikleri içinde şiirsel bir koşu” diye niteleyebileceğim Amok Koşucusu adlı romanı, günümüzde adı sıkça geçmeye başlayan bir eser oldu çünkü gerçekten de romanda anlatılan hastalığa benzer (Malezya, Endonezya gibi yerlerde görülen bir hastalık; genç bir erkek eline silahını alır, hızla koşar ve önüne gelen her şeyi yok eder.) bir hal içindeyiz. Küçük bir takıntı ile patlayan ve sonrasında baş edilmez bir delilik halini alan Amokmuşuz yaşıyoruz. Her şeye sessiz kalmak zorunda oluşun sonucu bir toplu tepki hali belki de yaşadığımız… Trajik kahramanın tepkisine benziyor Amok Koşucu’sunun içine düştüğü bilinmezlik. Tek bildiği devam etmek. Ne olursa olsun devam etmek. Oldukça sakince ve değiştirilemez olanın sert sınırları içinde yumuşacık bir hayat sürüp giderken içimizde büyüyen çöl fırtınasını görmezden geliyoruz ancak bir gün hiç olmadık bir anda dediğimiz bir anda açılıveriyor torbanın ağzı ve delice koşmaya başlıyoruz bitmek tükenmek bilmeyen iletişim ağı içinde delice. Değiştirilemez olan bu kez deliliğin kendisi…“Neden, neden beni görmüyor, benimle ilgilenmiyor, beni hiçe sayıyor?” Peki ama bu hiçe sayan kim? Yıllarca kendi özlemlerini yaşam renklerini hiçe sayan kendimiz olmayalım? ‘Bana ihtiyacı olduğu için benden nefret ettiğini biliyordum” diyor kitapta Amok koşucusu. Günümüzün boşa harcanan zamanları yüzünden geriye kalan az zamanda da giderek işlevselleşen ilişkiler ağı içinde iletişim biçimimizi açıklar nitelikte bu düşünce. Nefes alma boşluğu yaşatmayacak denli sımsıkı boğuntu bir iletişimden söz ediyor aynı zamanda. Sanki bir yere hapsolmuşuz gibi. Sanki soru kızağına oturtulmuşuz gibi…
Virginia Woolf da ilk romanı “Dışa Yolculuk” da insanın dünya içindeki yalnız oluşunu anlatmak ister gibi gemiyi seçmiş. Belirlenmiş olan içindeki iletişim. Her iki kitapta da gemide yaşanan en küçük şeyin bile bir anda olay oluşu vurgulanmış. Günümüzün çok kapılı iletişim haritası yüzünden hapsolduğumuz kaotik dünyasını böylesi bir gemi yolculuğuna benzetiyorum. Biriktire biriktire öfkeyi tanınmaz hal alıyoruz. Halimiz belli, düşüncemiz belli, durumumuz belli, her şeyimiz ortada, içerde bir şey kalmamış olabilir mi bu boşluğa duyduğumuz öfke dışında… Çoğu kez demek istediklerimizin tamamı ses tonumuzla, sesimizin duygusu ile anlaşılır. Yazışmalı anlaşma ile birbirimizi anlamak için şart olan sesin duygusunu yitirdik. Sonra da bu yitmişliğe duyulan melankolik özlemle tersine tepki geliştirerek çok karanlıkta kalmış birinin birdenbire ışığa çıkınca gözlerini kısması gibi ‘canlı iletişime’ ‘yüz yüze duygulu iletişime’ tahammül edemez olduk. Sanki birşeyler fazladanmış gibi. Amacı severken aracı sahiplendik teselli ikramiyesiymiş gibi; telefonları elimizden bırakmıyoruz. Belki de akıllı telefonların bu kadar hızlıca yaygınlaşması ile ne kadar melankolik bir toplum olduğumuz ortaya çıktı; elimizden düşüremiyoruz; sanki kayıp oyuncağımızı bulmuş gibiyiz. Kimseye ihtiyacımız yok tek damla içtenliğe muhtaçken…
Yazılı konuşmalar canımızı daha çok acıtıyor çünkü canlı olandan uzaklaşmak canımızı acıtıyor. Geçenlerde bir otobüs yolculuğunda Türkçe ye benzeyen ancak tam da Türkçe olmayan bir dilde neredeyse şiir gibi şarkı gibi duygusal bir etki yaratan bir dille konuşan biriyle karşılaştım. Kullandığı dilin neredeyse ezgili, duygusal büklümlerinden öyle etkilenmiştim ki hiç susmasın istiyordum derken bir anda mükemmel bir Türkçe ye geçiş yaptı. Ancak hiçbir duygusal rengi yoktu bu pürüzsüzlüğün. Günümüzde yaygınlaşan yazılı iletişimle sözlü iletişim arasındaki farkı buna benzetiyorum. Yazılı konuşma acı veriyor çünkü yazan kişi şair değilse duygusal rengini hissedemiyoruz söylediklerinin. Ya da çok kullanılmaktan sündürülmüş bir duygusallığı olduğu için küntleşmeye neden oluyor çünkü hisleri ortaya çıkaramadıkça duyguları simgeleyen sözcüklere daha çok saldırılıyoruz; canım, cicim, çiçeğim, böceğim… Böylesi bir zorlantı iletişimde başka problemleri de beraberinde getiriyor. Eskimiş bir selam, emojilerle çoktan yorduğumuz bayat bir gülümseme… Karşımızdakinin kim olduğunu düşünmeden aynı taşları sürmemiz bir yana, geçmişteki bir olaya duyulan ancak baskılanan öfkenin hiç alakası yokken dupduru sularda birden patlayıvermesi toplumsal yaramız. Bir tür öfke sarkması… Başka bir şeye kızıp da hıncını ondan almak değil çünkü ne kızılan belli ne hınç alınan… Büyük bir özne yitimi yaşanan; öz yitimi.
Giderek, çok fazla kullanmaktan, çarçur etmekten sözcükleri, giderek hiçbirimizin yazılı olana bakmaya tahammülü kalmıyor iyi olan da aynı araçlarla yapıldığı için. Ve görsel olana kaçıyoruz ama burada da kaba bakışımızın paldır küldürlüğünü yansıtan bir şeyler var… Doğal olarak digital ortamda yazılı ve görsel olan bugün kabalığın bekçileri gibi… Kaçıyoruz. Bir müddet sonra boşa harcadığımız onca zaman sıkıntısından bulaşık kapları yıkamaya üşenip aynı kaşıklarla yemek yer gibi en incelikli davranması beklenenlerimiz bile kabalaşıyoruz. Bununla birlikte çevremizde daha çok kitap okuyan insan görmeye başlayışımızın bir tür somutlamaya duyduğumuz ihtiyaç olduğunu düşünüyorum yazılı konuşmaların dağınık evreninden çekip kurtarmaya çalıştığımız bir düzen ihtiyacı, anlamaya ve anlaşılmaya duyduğumuz arzu…
Ne haldeyiz?Anında söylenmeyen her şey bir orman olarak patlıyor açışını ertelemiş çiçek… Kendi kendimize bulmaca olduk, laflardan sözlerden… Kelimeler hiçbir dönem bunca ruhsuz olmadı. Ete et kemiğe kemik. Kılıç gibi kuşandık onları. “Merhaba ma Merhaban”, “Günaydın ıma Günaydın ın” nerde! Ya sözcüklerle ölüp bitiyorken, yan yana gelince kalakalmak. Aklına koyma, plan yapma, onu, onun dışında düşünme. En mahrem ilişkilerimize ev dersek, bu gün bu kullanılan kirli dil yüzünden tüm evlerimizi sokağa döküyoruz. Sokağın dili diye kendine has bir kavram vardı eskiden. Bugün her yerin ruhsuz dili hakim. Kaba paldır küldür. Ne dediği anlaşıldıkça yoran, öldüren bitiren. Ne dediği demesine gerek kalmayacak kadar ayan beyan ortadayken… Gittikçe bu duygunun artması. Konuşmak zorundaymışız gibi konuşmak, diyalog herkesin birbirine dayattığı bir duvar. Hepimiz birbirimizin ne olduğunu anladık iki dakikada duvara astık. İlişkiler bitti, ilişkileri ele geçiren nesneler, akıllı telefonlar, insanlardan daha değerli oldu. Çünkü tapınıyoruz. O ne de olsa bir değirmen. Yeni ilişkiler öğüten.
Öyleyse nasıl kurtulmalı bu sessizliğe tahammül edemeyen iç barışıklığını bulabilmek için belki de günlerce sessiz kalması gereken düşünsel geveze halimizden. Düşünsel geveze diyorum çünkü hepimiz her şeyi biliyoruz, her konuda bir fikrimiz var. Benim bir fikrim var, demek öncelikle bir yaşam ister. Yosun oluşuna kadar, incir sütlenene kadar, eylem zamanında bir yaşam… Yaşamsal bir temel ister ki bir zorluk karşısında bir çözüm önerisi getirebilelim. Oysa ortada ne yaşamsal bir durum var ne de hissedilen zorluk… Sadece uçuşan fikirler var.
Hayalet olduk… Gölgelerimizi içlerimize attık. Dışarıyı içeriye hapsetmenin bedelini de ruhsuzlaşma olarak ödüyoruz. İçerdekine çünkü gerçekten bizi biz yapan ruhumuza yer kalmamış olabilir. Siyasi, toplumsal, günlük her ne alanda olursa olsun şöyle bir bakarak düşünür gibi yapan ancak çer çöp ve milden başka bir şey tutmayan, laf söz havuzu doldurduğumuz için oraya.
Gerçek ile gerçek olmayan arasındaki mesafe hiçbir devirde bu kadar yaklaşmamıştır. Rüyalar tek özgünlüğümüz ancak görmeye olan düşkünlüğümüz yüzünden şehirde rüyalar da yıldızlar gibi azaldı.
Bi başına boşluğu ne kadar gezdirebilir bugün insan. Biri bir adres sorar. Biri bankadan arar biri mesaj atar. Biri saptan yazar, biri samandan. Boş evler gibiyiz. Kapsından bacasından penceresinden… Ulu orta bir han. Ve tıkırtılar kalacak.
Bir ölü geçti burdan, çoktan toprak olmuştur.
Önce hafızası silinmiştir. Sonra tanıdıkları
Giysileri eşlik eder unutuşa.
Derin bakışları vardı, şimdi yok.
Hızlı adımlarında bu yıl çınarın
Göğe yükselen yapraklarda
Göremeyeceğiz onu bu yıl
Nasılsın dediğimizde
Havada kalan
Eski bir kelebek gibi
Yanıtı odayı dolaştığında.
Sözün hükümsüzlüğünü sözle çözebiliriz yeniden. Düğümlenmiş ya da kof sözün hükümsüzlüğünü, gücünü yaşamdan alan yaşayan sözle çözebiliriz. Elin eylemediğini dil ne bilsin. El zihinsel faaliyetin küreğidir. Ortaya çıkan emekten alır dil gücünü. Çalışmak, daha güzel bir dünya için emek harcamak gerek. Olumsuzlukları salyangoz gibi bürüne bürüne kendi içimizde kaybolarak değil.
Hata yapacak alanlarımız çoğaldıkça hatalarımızın gücü azaldı. Digital hayat karşısında insan bir nevi masumlaştı; hiçbir şeye etki etmemek yüzünden. Sihirli sözcük burada. Etki edecek ve dönüştürecek alanlar bulmak zorundayız. İnsanlarla söyleşe söyleşe, birbirimizi dönüştürerek kaybettiğimiz canlı etkileşim enginliğini yeniden kazanarak. ‘Eğer insan kendisine yardım edilmesini istiyorsa lafı dolandırmamalı, hiçbir şey saklamamalıdır’ diyor Amok Koşucusu’nda Zweig. Gökyüzü hapsedilmez parmaklıklar ardına. Vardır mutlaka gökyüzü kadar geniş taşmak isteyen, dönüşmek, oynamak isteyen ve kendini umut olarak umutsuz birinin en karanlık gününün ortasına bir teşekkür diye getirip bırakan. Kendine bir ağaç olarak özen gösteren herkes ormana katkıda bulunur. İsteğimiz gayet yalın: Umutsuzluğa hayır. Doğayı çevreyi, hayvanları seviyorum. Bugün en az benim kadar yorulmuş insanları anlıyorum. Ve onlara ve kendime bir dinlenme mesafesi bağışlıyorum. Kendimi de onları sıkboğaz etmiyorum. Arkamdan “hadi hadi hadi” diyen mi var… Gökyüzüne baktıkça anlıyorum içine sıkışıp kaldığım daracık sokaklar yüzünden oluşan bu daralmaların geçici olduğunu… Vişne kırmızısı bir müjde herkese benden! Yaşamak güzel…
Haydi başlayalım.