Belki sanatın sezgisel bilisi vardır. Göl adlı şiirim aklıma gelip duruyor birkaç gündür. Depremden sonra bambaşka bir anlama bürünerek…
“ Yere düştü ayna; içeri gökyüzü doldu.”
Tek katlı bir evde büyüdüm. Evimizin önündeki bahçede kiraz, kayısı, elma, dut ve ceviz ağaçları vardı. Çiçeklerin açtığını, meyveye döndüğünü, sonbaharı, kışı, evimizin penceresinden görürdük. Yaşayan doğayı hissederdik. Karın yağışını, yağmurun yağışını… Doğaya katılırdık. Ayrılmaz bütündük… Günümüzün çoğu bahçede geçerdi. Şimdi penceresinden ağaçlar görünen bir eve girdiğim zaman penceresi bahçeye bakan o çocukluk evine gitmiş gibi duygulanıyorum. Büyümek bahçelerin yok olması demek mi? Dalından meyve koparıp yediğimiz günlerimiz… Bahçelerimiz nerde? Ağaçları hayvanları ne zaman sınırdışı ettik şehir hayatından…
Doğu’ya yolculuk yaptınız mı bilmiyorum. Gittikçe her şey sanki daha gerçektir… Sonsuz bozkır bitmeyecek gibi dağ tepe derken dümdüz bir ovadır çoğu şehir… Tüm Anadolu şehirlerine özgü önünde ayvanı küçümen bahçesinde birkaç ağacı olan evler topluluğudur şehirler… İş yerleri, endüstriyel gelişim vs. derken bu yapılar yerini hızla beton yığınlarına bıraktı. Bahçelerdeki ağaçlar kesildi. Bitmek bilmez bir iştaha durmadan yer açıldı. Bozkıra doğru genişlemek varken… Nerede aşırı kalabalık, sıkışıklık varsa orada insanlar bunalır. Şehirleşmelerdeki temel yanlış bu oldu. Merkezileşme adına üst üste yaşamaya başlanması… Aşırı göç ve bunun sonucu daha çok betonlaşma… Bozkır bomboş duruyor…
Eğer bir yakınınızı kaybettiyseniz, artık her şeyi onunla düşünmeye başlarsınız. Belki bu kabullenebilmenin bir yoludur. Onun ölümünden önce ve onun ölümünden sonra diye artık hayat ikiye bölünmüştür. Hiçbir yere gitmez öylece durur onun öldüğü… Deprem de hepimiz için böyle oldu. Depremden öncemiz ve depremden sonramız var artık…
Büyük gösterişli binalarda oturmayı modernlik sandık. Bilgisizliğin harcı cesaretle birleşince anatomiden sınıfta kaldık. Bina demek anatomi demek. Binalar insan anatomisine uygun mu yapılıyor buna bakmak gerek. İlk kez apartman hayatında yaşamak için evimize taşındığımızda, birilerinin üstünde uyuyor olmak… Ve tabi bizim de üstümüzde birilerinin uyuduğu… Bu işte bir terslik olmalıydı. Çünkü insan anatomisine uymayan bir şey vardı. Beton raflar içindeki kitaplar gibiydik. Uslu dur, tıkırtı yapma, birbirine rahatsız etme, mümkünse birbirinle hiç tanışma… Komşuluk ağaçlar gibiydi evler arasında insanın içini açan, yalnız olmadığını hatırlatan… Sanki bastırdığımız bir çığlık patladı depremle… İyiymiş gibi yapma… Durmadan susma, tıkırtı yapmama… İnsan öyle çok alışıyor ki yaşamadığını bile fark etmiyor… Deprem bizi eşyaya karıştırdı… Durup düşünmek gerek…
Bahar yaklaşıyor. Şimdi ağaçların çiçek açma zamanı. Tarlalar, bahçeler insanları bekleyecek. Yer sallandı. Üstünden attı yaşayanları… İnsan, eşyaya karıştı… Öyle çok ölen var ki yüz yüze bakmaya utanır olduk. Biz yaşayanlar mıyız? Ondan da pek emin değiliz… Tam çıksın. Bütün çıksın, bi yerine bir şey olmasın… Sanki daha az acı çektiğini hissedeceğiz…
Kör olmak gibi enkaz altında olmak. Birbirimizi yaşam yordamı ile hissedebiliyoruz… Dünyanın dört bir yanından kurtarmaya geliyorlar.
Sanki yer üstünde depremden önce bir sıkışma vardı. Ülkeler arasındaki savaşlarla, insanlar arasındaki nefretle, birbirine diş bilemiş bir yaşamak kaygısı… Dostluklar bozulmuş, yaşam sevinci kinle zehirlenmiş, haset hınç almış başını yürümüş, kıskançlık günlük alışkanlık olmuş… Davranışlara yansıyansa kötü işler. Özensiz binalar…
Dünya geniş. Herkese yetecek kadar tek katlı, ısınmayı, barınmayı, güvenliği, mahremiyeti sağlayan evler yapılabilir. Depreme dayanıklı çok katlı binaların yapımı bir çözüm gibi görülebilir. Ama insanın anatomik yapısına uygun değil. Başını kaldırdığında gökyüzünü görmeye herkesin hakkı var. Evinin önünde küçük bir bahçeyi oturma odasının penceresinden görmeye herkesin hakkı var. Ağaçlar evleri yerinde tutar. Her ev yapılırken bir de küçük bahçe kurulsa önüne… Ağaçlar yerin altında evleri tutar… Minik kökleri ile saçak saçak… İnsana teşekkür eder, fısıldaşır, yer altında minik kökler; ağaçlar evleri korur…
Ruhsuz binalar, kurumlar, ego, başarı yarışları, ne varsa kıyasıya aramıza duvarlar ören o patladı. Çünkü insan davranışları mekaniği bozar. Demiri paslandıran nem gibi…
Yaşadığımızın bir savaştan ne farkı var? Savaşlar kendiliğinden oluyor artık koy vermişlik, eylemsizlik patlıyor… Hayat pahalılığı, geçim sıkıntısı, evlerin içini sıkan ne varsa… Atom bombasından daha güçlü şey yoksulluk… Yoksulların duyulmayan çığlığı… İnsana insan gibi yaşam hakkı vermeyen gelir dağılımındaki eşitsizlik…
Evler de bizimle devam etmezse kim tanığı olur yaşadığımızın. Sokaklar, caddeler devam etmezse… Şehirler bizimle devam etmezse… Yaşayanlardan mıyız ölenlerden mi sağ mı çıktık ölü mü bilen var mı? Çadırda mıyız konteynırda mı bir akrabanın evinde mi? Hepimiz dört bir yana saçıldık…
Apartman yaşamı dili kültürü yok eder. İnsan acısını nasıl anlatacağını bilemez. Doğru, işe yarar sözcükleri bulamaz.
Her yer sallanıyor sanki. Yerkabuğuna güvenini yitirdin. Her şey sallanıyor… İnsan insana güvenecek artık nesneye maddeye değil… Leylakların açma zamanına kadar her şey düzelse keşke… Lila renkli o sevgi kokulu leylakların…
Sanki ikinci dünya savaşını yeniden yaşadık…
Biri bir ayna istedi ölmeden önce
Korkudan ölür dedim vermedim
Yere düştü ayna
İçeri gökyüzü doldu