Delilik genellikle; akli yetilerin geri getirilemez kaybı, ölçülebilen bir takım davranışsal tutarsızlıklar ve dahil olunabilen her türden topluluk normlarının ihlali olarak anlaşılmaya müsait tıbbi bir terim şeklinde sınıflandırılır. Hukuken ise sizi eylemlerinizin sonuçlarından muaf tutabilecek bir dokunulmazlık yaratması durumu söz konusudur. Deliliğin ilgi çekici hale gelişi herhalde onun kültürel boyutu ile ilişkili olsa gerek.
Toplumun anlamaktan korktuğu ve kaçındığı kişiler; hareketleri, davranışları kestirilemeyen ve çizginin dışına çıkmış insanlar olagelmiştir. Neredeyse deliliği refere edebilecek bu yönelim, öngörülemezliği kısır bir olumsuzluk haline dönüştürmüştür. Delilerden bu sebeple uzak durmaya çalışıyoruz. Delileri bu yüzden anlayamıyoruz ve kendimizi de onlardan ayrı bir yerde konumlandırıyoruz. Yüzyılımız rasyonel kavrayışının farklılıklar için geliştirdiği genel tutum, bizleri bütün norm dışı olanlara karşı tecrit edici önlemlere yöneltiyor. Delileri tımarhanelere kapatmak, toplumun delilerle yüzleşme olasılığını ve bunun içimizdeki deliliği harekete geçirmesi riskini de ortadan kaldırıyor. Deliliğin gözümüzde bulaşıcı bir hastalıktan farkı olduğunu iddia edebilmek açıkçası çok güç. Yalnızca delileri yaşamımızdan tecrit etmekle kalmıyor, varlığımızı da delilik algısı yaratabilecek durumların içerisine sokmamaya çalışıyoruz. Eylemlerimizin kapsamını ve tutarsızlığını sınırlandırmak bu açıdan önemli hale geliyor. Özellikle halk nezdinde, delilik ve çok düşünmek üzerine kurulmuş arkaik bir bağıntının olduğunu da biliyoruz. İnsanın kendisine yönelmiş her kapsamlı kavrayışının önü de kesilmiş oluyor böylelikle. Bu algı hemen hemen birçoğumuzda var. Delilik çekincesi öylesine psikotik bir mevhum ki, insanları psikiyatri kliniklerinden randevu alamayacak raddeye getirmiş durumda.
Ancak deliliğin, hafif ve çekici bir kıvamda hayatımızda yer almasına yine de izin veriyoruz. Günümüz dünyasının içerisine saplandığı düşünsel çoraklık ve kitlelerin standardizasyonu; tıpkı Rönesans’taki gibi, deliliğin mülkiyet hakkının toplumun çok küçük bir kesitinin kullanımına sunulmasını gerekli kılıyor. Bu tip bir delilik genellikle faydaya hizmet eden yaratıcı bir çabayla hemhal ediliyor çünkü. Farklı; uçlarda yaşayan, normlarla savaş halindeki insanlara dair bitmek tükenmek bilmez bir arzuyla yanıp tutuşuyor gibi görünüyor çağımız. Sıradanlığımızı temize çıkartma derdindeyiz. Aslında delilik düzeyinde bir yaratıcı faaliyeti tabii ki talep etmiyoruz. Bir miktar tehlikeye bulaşmak, deliliğin dünyasına bir ayağımızı korkakça sokarak geri çıkartmak, şu sıkıcı günlerde tercih edilebilir oluyor. Fazla da uzatmayalım; estetik duygusu uyandırmayan (delilerin, çirkinlikleri ve bakımsızlıklarıyla rahatsızlık verici olmalarının da tecrit edilmelerinde bir payı olduğunu düşünüyorum), geniş yığınlar için fayda üretemeyen ve tanımlandırılmış adrenalin isteğimizi karşılayamayan delilik, delilik olamıyor.
İnsanlar kafalarında delilik düşüncesi belirdiğinde çoğunlukla kendisini frenlemeyi tercih eder. Deliliğin aslında ne olduğunu çok iyi biliyoruz. Deli olmanın imkânları zihninizde saklıdır, bunu bir anda ortaya çıkartabiliriz. Delilik insana en özgü, dünyaya en yakın şey olsa gerek. Buna rağmen kentlerde, insanların delilerin varlığına neredeyse hiç tahammülü yok, onlar deliliğin daha ofansif ve meşru hali olan cinneti sahiplenmek peşindeler. Cinnet meselesi de gündelik yaşamda delilik ile yapılandırılmış ilişkimize dair izaha ve tartışmaya muhtaç bir mevzu.
Şimdi gelin ve hep birlikte cinnetin sinema perdesine düşen 8 görüntüsünün karşısına konumlanalım.