Yüzümüz vücut evlerimizin balkonu. Davetli davetsiz herkesin her an girebileceği genişçe bir balkon. En dıştaki mahrem…
Mahrem? Gerçekten yüzümüz mahrem midir? Bizi biz yapan ruh değirmenimizin penceresi olduğuna göre yüzümüz; içimizdekiler ve yaşadıklarımızdan kalan izler, acılar, zevkler, şaşkınlıklar, boşluklar, arayışlar, kapanışlar, oraya yansıdığına göre… Pencere kadar mahrem yüzümüz. Dışarısız yapamayacağımız bir şeffaflığı bize sunan ama yine de perde çekme gereği duyduğumuz zaman zaman…
Darren Aronofsky’nin Mother filmini izledikten sonra, imajımız ile gerçek yaşantımız hakkında düşünmeye başlayınca geldi baş köşeye oturdu zihnimde “yüz” ve ardılları; pencere, kapı, balkon, mahremiyet, ayna…
Daren Aronofsky
Film biter bitmez duyumsadığımız olası bir düz anlatı ve eğrite edici sert üslup. Ancak, Aronofsky’nin çoğu filminde yaratmaya çalıştığı etki; mesajın sarsılıcılığı! Bu bir müddet sonra yaratılmak istenen etkiyi derinleştiriyor. Toplumsal, psikolojik gerilim, izleyicisini de bu doğrultuda etkilemeyi başarıyor. Kadın oyuncunun çocuklara özgü şaşkın bakışı ile özdeşim kurmamızı sağlıyor Aronofsky.
O, ünlenme isteği, ego, imaj, arzular, kavgalar, giderek eve kadar ulaşan neredeyse bir dünya savaşı içinde bir kurtarıcı arayan tükenmiş insanla tıklım tıklım dolu kan ve şiddet içindeki evde, yaşamın savunucusu bir bakış. Kendi biricik hayatını kurmaktan başka bir dileği olmayan sıradan masum insan. Oysa yazar olan eşi, beslendiği, onlar için yazdığı toplumdan vazgeçemiyor. Yazabilmek için ihtiyaç duyduğu onayla kuşatılmış durumda ve yazabilmek için, ne olursa olsun yazabilmek için yaşamı hiçe saydığını fark edemeyeceği bir körleşme içinde. Kendi ışıltısının körlüğüne feda edemeyeceği şey yok gibi ve bu da günümüzün imaj çağı insanlarına çok şey söylüyor. Ünlü biri olmak hayattaki tüm mahremiyetinin tarumar edilmesi pahasına, öyle mi? Tehlikeli bir narsizm, kadının çağdaş toplumdaki gizli konumu, batı kültürünün yas karşısındaki tavrı, özel hayat ile birbirine karışan toplumsal hayat, olayların ve insan ilişkilerinin aşırı önem kazandığı günümüz yaşayışında nerede olduğumuzu fark edemeyecek denli olayları ve ilişkileri devam ettirme deliliğimiz; nedenleri göz ardı ede ede süreçler içindeki sürünmecelerimiz… Annelik, babalık kavramları…Film dört bir yandan çok şey söylüyor. Tüm dünyada son dönemde yaşadığımız buna benzer bir şey değil mi? Kapitalizmin sevgisizliği karşısında yenilmiş insanlar olarak, savaş evimize kadar gelecek olsa dahi mutlu olmaya, olumlamaya devam etmek zorundaymışız gibi yaşıyoruz; kan ve gözyaşı içinde dahi kibar sözler sarf etmek zorundaymışız gibi… Bunca kan ve şiddet sahnesini estetik bir duyuşa doğru kanalize edebilmemizin tek sebebi, sorguladığı şeyin güçlülüğü. Kötülüğü bunca güçlü gösterişi, tam da gerçek hayatından çok gösterişine tutulmuş birinin fark etmediği bu tutkusunun, nelere mal olacağını göstermek amacıyla kullanarak güzel bir noktaya dokunması… Ayrıca kadının her mutsuz olduğunda yerde tahtada ya da halıda kan görmesi, aksiyonun sürükleyicisi olan kadının seyirciyle özdeşleşen bir tür ruhsal kanayışını ve kadının içsel dünyasındaki yalnızlaşmasını göstermesi bakımından oldukça estetik kullanılmış. Buradan hareketle, Siyah Kuğu’yu (Black Swan) da düşününce Aronofsky’nin kadınları daha çok psikolojik var oluşları ile var olan kadınlar diyebiliriz.
Filmde yazar, sevgi dolu, yazmak isteyen bir yazar. Peki ya arkası? Dönüp arkasını bakmadığı toplumdaki kanla ve şiddet içindeki toplumun varlığıyla beslenen bir yazar. Başına gelen her olay için “Bunun da bir faydası vardır. Bunun da bize söylemek istediği…” Diye diye, belki de yaratma eyleminin aradığı rahat yumuşak yatağı her an koruma içgüdüsü ile oluşmuş gizemli biri… Başka bir noktadan da şöyle bakabiliriz: İnanç insanı katılaştırır mı? Cinnet ve cinayeti dahi hoş görecek denli bir boyuttaki olumlama… Belki de çağımızda bu anlamda inanç gibi görünen her şeyi yeniden sorgulamamızı istiyor senarist… Merhametsizleştiren bir inanç olabilir mi? Merhamet ve mahremiyet kavramları ve yaratıcılık üzerine düşünmemizi istiyor. Yazar aslında özünde kimseye ihtiyacı olmayan ve yaşadığı her olaya yahut tanıştığı herkese hikâye gözüyle bakan, sömürgeci bir ruh… Doğruyu doğru olduğu için yapan ve hislerini dahi bir öğretiymiş gibi işlevsel yaşayan… Cenaze toplantısında yaptığı konuşma ile hislenmeyi, sevgiyi duyumsamayı önerirken, konuşmanın hızla ortaya çıkışı ve bir anda çözüm buluşu ile aslında oldukça hissiz ve yapay bir davranış sergiliyor. Yazar, tahakküm altına alan ve yakıp geçen gücüyle, Siyah Kuğu yu da yeniden hatırlamışken Aronofsky’nin de sık sık düşündürtmek istediği şeyi düşündürtür; mükemmel sanatımız bizi hangi noktalara getirir; sanat mı insan mı?
Çağlar boyunca erdemli insan tanımı pek değişmemiştir. Ancak zamanın koşullarına göre erdemli oluşun ön plana çıkan yanları değişim gösterebilir. Peki kim, günümüzün erdemli insan tanımına uyacak insan? Herkes aynı rüzgâra doğru koştururken, bir kenara bırakıp belki de o an, en az diğerleri kadar ihtiyaç duyduğu o şeye karşı isteğini; bir anlığına davranışının doğruluğunu ya da yanlışlığını düşünen kişi. İkinci adımda istememeyi de bilen kişi. Mutlu olmaca dayatması altında ezilerek hüznünü bir kenara atmayan, böylece samimiyetini de yitirmeyen kişi. Zenginlik, mal, mülk, ün, makam peşinde koşanlar arasında koşmayan, yürümeyen, duran, durmayı başarabilen… Hız içinde yüzenler arasında ağacın, doğanın yavaş ritmini duyumsayabilen… Hep beraber gülmeyi isteyen… Savaşa son vermek için, saldırı karşısında bile savunmayı bırakacak denli büyük gerçeği görerek bir adayış örneği gösterebilen… Cesur ve dürüst olan; en önemlisi de belki şaşırtabilen… Yeni bir yol sunabilen… Yeni bir seçenek gösterebilen… Umudu var eden kişi. Söylediği şey çok güçlü olsa da yine de insan umut veren sonları seviyor. Sanki bu sanatın ödeviymiş gibi… Sanki sanat içine düştüğü insandan sorumluymuş gibi… Mother umut vermiyor. Tespit ediyor; “bu hep vardı; hep olacak…” Diyor… Belki de dünya, insanları düşünmeyen, kendi şan şöhretine düşkün yazarlar yüzünden böyle” diyerek, umudu dolambaçlı yoldan söylüyor; “dünyayı değiştirebiliriz, daha yaşanır bir yer kılabiliriz evet, ama kendi başarımızın büyüsüne kapılmayı bir kenara bırakıp, insani sorumluluklarımızı da yerine getirerek, insanlara, topluma nasıl faydalı oluruz?” Diye düşünerek…
Kadının aynası adam, yani sevgisi; adamınki de adam; çünkü kadının sevgisi. Kadın sevdiği için sever gibi kendini… Bu yüzden ona kendini gösterecek bir aynaymışçasına çıkarıyor kadının kalbini… Daha önce hep yaptığı gibi… Yeniden kuracağı hayatında kim olduğunu hatırlamak ister gibi. Sevilmiş; çok sevilmiş bir adam!
İyi seyirler…