in ,

“Sarı Duvar Kağıdı” Kitabının “Delidolu” Baskısı Üzerine: “Bu kağıtta benim dışımda kimsenin bilmediği ve hiçbir zaman bilemeyeceği şeyler var.”

dav

Amerikan birinci dalga feminist akım içerisinde anılan ve feminist hassasiyetle yazan ilk Amerikalı kadın yazar olarak kabul edilen Charlotte Perkins Gilman’ın kaleme aldığı, Maria Brzozowska’nın resimlediği ve Başak Çaka’nın özenle Türkçeleştirdiği Sarı Duvar Kağıdı, Delidolu’nun resimli kitaplar koleksiyonundaki yerini aldı. 

Üç esaslı kadının emeğiyle oluşturulan bu yeni baskı, şüphesiz kitabın iki yüzyıllık serüvenine  güçlü bir soluk getiriyor. Gilman’ın sayısız farklı dile çevrilen, pek çok modern esere esin kaynağı olmuş, defalarca sinema ve tiyatro uyarlaması yapılmış Sarı Duvar Kağıdı isimli kült eseri, bu yeni haliyle de modern bir sanat eseri halini almış eskimeyecek bir baskıyla karşımızda duruyor.

Charlotte Perkins Gillman (1860-1935),  Amerikan feminist yazın geleneğinin önemli yazarlarından biri, aynı zamanda sosyolog, romancı, kısa hikâye, şiir ve kurmaca olmayan metinler yazarı ve sosyal reform eğitmeni idi. Yaşamı boyunca kadınlara karşı uygulanan adaletsizlikleri eleştirdi ve bu alanda aktif bir yaşamı oldu. Bugün onun en çok hatırlanan eseri, sert doğum psikozundan sonra yazdığı yarı otobiyografik kısa hikâyesi “The Yellow Wallpaper“ıdır. Yazar olacağını daha önceden hissettiği halde gönülsüzce bir evlilik yapan, yüklendiği yeni sorumluluklar ve kapıldığı umutsuzluk neticesinde evliliğinde sorunlar yaşamaya başlayan Gilman, kocası tarafından depresyonu yenmesi için dinlenmesi gerektiğine inandırılarak, tedavi için Philadelphia, Amerika‘da döneminin kadınların sinir hastalıklarında uzmanlaşmış ünlü nörologu Dr. Sir Weir Mitchell’a götürülür ve kendi istenci dışında bir ‘dinlenme’ye mahkum edilir. Uzun çabalar sonucunda boşanabildikten sonra kaleme aldığı Sarı Duvar Kağıdı kendi hayatından esintiler taşır. Kitap toplumsal rollerin baskısı altında eve hapsedilmiş bir kadının delilikte bulduğu hürriyetin hikayesidir.

“Bu satırları neden yazmalıyım, bilemiyorum.  Bilmek de istemiyorum.  Bilecek durumda değilim.  John’a saçma geldiğine eminim. Ama neler hissettiğimi ve düşündüğümü bir şekilde söylemem lazım; ancak öyle rahatlayabiliyorum.”

Hastalığı sebebiyle biraz temiz hava almasının iyi olacağı düşünülen anlatıcı/kadın, kocası tarafından  izole bir yaşama sürüklenir. İyi geleceği öngörülen bir sayfiye evinin, pek hoşlanmadığı bir odasında soğuk kirli sarı duvar kağıtlarını izlemeye mahkum olmuştur artık. O duvara baktıkça duvar da ona bakmaya başlar: “Canavarlarla savaşan kişi, kendi de canavar olmamaya bakmalıdır. Ve uzun süre uçuruma bakarsan uçurum da sana bakar.”

John (koca) hakkında kurulmuş aşırı olumlu cümleler arka planda bir başkaldırı ve öfkeyi barındırır. Olumlama yöntemiyle iğneler ve intikamını alır John’dan. Birinin ‘biricik karısı‘ ve ‘en değerli varlığı‘ olarak değer görmekten içten içe tiksinen anlatıcı/kadın, zamanla iletişim kurmaktan, kendisini izah etmeye çalışmaktan vazgeçer ve  sarı duvar kağıtlarının üzerine salıverir zihnini. Çünkü John, yani anlatıcı/kadının kocası, sevdiği kadına inanmak yerine kendi hekimlik sıfatını ve erkek çok bilirliğini önceler ve küstahlığının farkında olmasa da kadını kendi hisleri konusunda dahi bir yargıya varamayacak yoksunlukta görür.

Doktor tavsiyesi üzerine, kocasıyla birlikte dinlenmeye geldiği bu koca gereksiz malikanenin sarı duvar kağıdıyla kaplanmış odasında, kocasından ve onun kız kardeşinin kontrol ve baskılarından uzak, gizlice yazı yazmaya ve kitap okumaya çalışırken tamamen çıldırır anlatıcı; evin sarı renkli duvar kağıtlarının desenlerinden dışarı çıkmak isteyen bir kadın olduğunu düşünür. Adeta erkek çok bilirliğine karşı kazandığı bir zaferdir bu.

Biamag’den bir alıntıyla bitirelim yazımızı: Annette Kolody, “New Literary History” dergisinde yayımlanan “Toplumsal Cinsiyeti ve Edebi Metinlerin Yorumlarını Yeniden Anlamlandırmak İçin Bir Harita” adlı makalesinde (“A Map for Rereading: Or Gender and the Interpretation of Literary Texts”, 1980) belirttiği gibi “kadının kocası da sonunda bayılarak, adeta delirir” (s. 54).

Bu bağlamda kadın gerçekten delirip, yazının simgesel diliyle sembolik düzene yeniden geçerken, kocası da bir kadının dünyasına sembolik olarak geçer. Yazar/ anlatıcı Jungcu anlamda, gölgesini duvar kağıdından çıkarır ve Annette Kolody’ne göre, “sadece deliliğin özgürleştirebileceği türden bir özgürlük” kazanır.

Çünkü, kısıtlayıcı bir on dokuzuncu yüzyıl geleneği olarak kadınların şaşırtıcı, üzücü ya da sevinçli bir olay karşısında vermeleri gereken tepkiyi veren kocanın, histeri krizi geçirir gibi “bayılması” anlatıcının, öykünün sonunda toplumsal cinsiyet rollerini nasıl ustalıkla tersine çevirdiğini de gösterir.

Deliren kadın anlatıcı/ yazar gibi kocası da kendi yaşadığı nevrozu, toplumsal cinsiyetinin üstünlüğünü uygulayarak ve uygulatarak çözmeyi tercih eder. Sonunda norm dışı bir durumda -anlatıcının delirdiğini anlattığı ifadeyle- kendiside norm dışı (deli gibi) davranır ve bayılır. (YK/EÖ)

 

 

Yazan Gülsüm Güller

Müteharrik ve tıraşsız.

2 Yorum

Cevap Yazın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Depresyon Azaltıcı Egzersiz: Özsaygı Deklarasyonu Okuma

Türkçede Olmayan 10 Muhteşem Sözcük