I 29.10.1935 I Norbiton, Surrey, United Kingdom I
Peter Watkins, Kraliyet Sanat Akademisi’nde oyunculuk eğitimi aldıktan sonra televizyon ve sinema kariyerine başlamıştır. Bütün filmleri ya belgesel ya da belgesel teknikleriyle anlatılmış kurmaca filmlerden oluşur. Bazen tarihi olaylar bazen de yakın gelecekte geçebilecek hadiseler sanki günümüzde yönetmenler ve haberciler bir rastlantı sonucu oradaymış da insanlarla söyleşi yapıyormuş gibi anlatılır.
Uzun bir süre İsveç, Kanada ve Litvanya’da yaşadı. Şimdi Fransa’da yaşıyor. Doküdrama‘nın (belgesel tarzı film) öncülerinden biridir. Pasifist ve radikal olan filmleri, klasik belgesel filmlerin ve kurmaca filmlerin sınırlarını güçlü bir şekilde gözden geçirmiştir. Esas olarak eserlerini ve fikirlerini; kitle iletişim araçları ve bir film ya da televizyon belgeseli ile olan ilişkimiz, katılımımız etrafında yoğunlaştırır. Watkins’in filmlerinin hemen hemen tamamı, tarihi olayları veya gelecekte gerçekleşeceği varsayılan olayları incelemek için dramatik ve belgesel öğelerin bir kombinasyonunu kullanmıştır. Bunlardan ilki olan Culloden, 1745 Jacobite Ayaklanması‘nı belgesel bir tarzda tasvir etti; sanki televizyon muhabirleri katılımcılarla röportaj yapıyor ve savaşa katılıyorlardı. La Commune‘de, Paris’teki komünlerin günlerini, Fransız olmayan aktörlerin büyük bir oyuncusu ile yeniden canlandırır. Punishment Park‘ta ise Abd’nin 70’lerdeki siyasi atmosferini üç insan tipi üzerinden eleştiriyor. 2004 yılında medya krizi, monoform ve en önemlisi yeni görsel-işitsel medya formlarının oluşturulması konusundaki tartışmaların eksikliği üzerine yoğun bir makale olan Media Crisis adlı bir kitap da yazmıştır.
2001’de Litvanya’da bir komünist tema parkında kameraya doğrudan 30 dakikalık bir monologdan çekilen Watkins’in sözleri, tüm filmografisi boyunca gelişmiş bir medya eleştirisini yansıtıyor ve bununla ilgili olarak daha yakın tarihlerde web sitesinde uzun süren ve düzenli olarak güncellenen bir medya bildirisi de var. Watkins, sinema veya televizyonun izleyiciyle kurduğu, pasif, hiyerarşik, gözlem tabanlı ilişkisiyle sıkıntı yaşarken, kendi çalışmalarıyla bu dinamiği bozmaya ve olası alternatifleri araştırmaya çalıştı. Kaçınılmaz olarak, medya yayıncılığının siyasi yapılarıyla uğraşarak, bir zamanlar kendisine destek veren kurumlarla da çatışmaya girmiştir.
Filmografisi
La commune (2000) – I 5 saat 45 dk I
Fritänkaren (1994)
The Media Project (1991)
Resan (1987)
Aftenlandet (1977)
Fällan (1975)
70’Ernes Folk (1975)
Edvard Munch (1974)
Punishment Park (1971) – I 1 saat 31 dk I
Gladiatorerna (1969)
Privilege ( 1967)
The War Game (1965) – I 48 dakika I
Culloden (1964)
The Controllers (1963)
The Forgotten Faces (1961)
The Diary of an Unknown Soldier (1959)
The Field of Red (1958)
The Web (1956)
THE WAR GAME I 1965 I
Yazar: Peter Watkins
Tür: Drama, Political Mockumentary
Tarih: 01.11.1965
Ülke: United Kingdom
Süre: 48 dk
İmdb: 8.1
‘’Ama bu sessizlik içinde bir umut olması mümkün mü?’’ (2)
1965’te BBC tarafından hazırlanmış bir Mockumentary’dir. Belgeselde 2. dünya savaşı sırasında Dresden, Hiroshima, Nagazaki, Darmstadt ve Hamburg‘da yaşananlar örnek alınarak, İngiltere‘ye yapılacak olası bir termonükleer saldırının etkileri canlandırma yoluyla anlatılıyor. Peter Watkins’in 1965 yapımı kısa belgeseli The War Game, soğuk savaşın ilk yarısında toplumda büyük bir histeri ve paranoya olarak varlığını sürdüren, seksenlerde ise yerini sessiz ama güçlü bir huzursuzluğa bırakan nükleer savaş fikri üzerine değinen bir film. 1967 yılında Watkins’e en iyi kısa film dalında BAFTA, en iyi belgesel dalında ise Oscar ödülü kazandıran film, tüm bu başarısına rağmen İngiltere televizyonlarında yirmi yıl boyunca gösterilemedi. The War Game’in döneminde sakıncalı sayılması hiç şaşırtıcı değil, çünkü film hem bir nükleer saldırının etkilerini oldukça rahatsız edici bir tonda beyaz perdeye yansıtıyor, hem de Avrupa Ülkeleri ve Abd’nin hiç de hoşuna gitmeyecek bir politik duruşa sahip.
Belgesel’in ilk kısmında Çin, Güney Vietnam’ı; Doğu Almanya ve Rusya ise Batı Almanya’yı işgal ediyor. Abd ve Nato güçleri bu saldırılar karşısında etkili olamayınca nükleer ‘’caydırıcılık’’ devreye giriyor ve İngiltere, komünist nükleer saldırısının adeta bir platosu haline dönüşüyor. İkinci kısımda ise İngiltere’nin hedefi olduğu nükleer saldırıların yarattığı tahribatlar çok boyutlu bir şekilde anlatılıyor. Anlatımda kullanılan veriler ise; Dresden, Darmstad, Hamburg, Hiroşima ve Nagazaki bombardımanlarından elde edilen bilgilerden oluşuyor. Bunun dışında 1954 yılında Nevada Çölü’ndeki nükleer denemelerden edinilen bilgilerin yanında; üç sivil savunma danışma kurulu üyesi, iki stratejist, bir doktor, bir biyofizik uzmanı ve bir psikiyatristin sağladığı bilgilere dayanıyor.
Nükleer patlamanın atmosferde yarattığı etki, insan biyolojisinin bu etki karşısında göreceği zararlar; savaşın ortaya çıkartacağı etik problemler (örneğin cesetlerin yakılması, vücudunda ileri derece radyasyon yanığı bulunan insanların ve ‘’yağmacıların (yalnızca hayatta kalmaya çalışan insanların)’’ ölüm mangaları tarafından infaz edilmesi, insanların yaşadığı travmatik deneyimler de ikinci bölümde konu ediniyor. Watkins’in belgeseline vermeyi tercih ettiği isimle belgeselin ikinci kısmında yaşananlar yan yana getirildiğinde kavratılmak istenen ironik durum da bütün çıplaklığıyla kendisini çekinmeden gösterebiliyor.
The War Game, The Act of Killing’ten sonra en fazla etkilendiğim belgesellerden birisi oldu açıkçası. Peter Watkins bütün kurgu belgesellerinde sinemacılığın ve belgeselciliğin hakkını vermeyi gerçekten başarıyor. Belgesellerinde öylesine bir atmosfer yaratıyor ki; siz dışına çıkılamayacak bir post apokaliptik distopyanın içinde sıkıştığınız hissine kapılıyorsunuz. 60’lı yılların yaygın teması olan nükleer savaşın bugün dahi insanları ciddiye alabileceğimiz düzeyde tehdit ettiği bir ortamda, The War Game’i izlemek, onun üzerine düşünmek ve savaşın bedelinin dünya canlıları için ne ifade ettiğini yeniden tartışmak gerekiyor. Bu bizim insan olmaktan kaynaklı olarak ‘’mahkum’’ olduğumuz bir sorumluluk. İnsanların ölümün ortasında kısılı kalmış gölgeler gibi etraftan etrafa kaçışmadığı bir dünya için yüklenilmesi gereken bir sorumluluk bu. Bunu üstlenemezsek belgeselde; ‘’gelecekte olmak istediğim bir şey yok’’ diyen çocukların umutsuzluğu, en az radyoaktif bir ışık topu kadar acı verici bir biçimde ensemizde yankılanacaktır. Sessizlik, sinsi egemenliğimizin sürdüğü keyfi bir durumdan başka bir şey değil çünkü. (3)
‘’Çözülmemiş ve önceden öngörülemeyen her durum için bir umut vardır’’ (1)
PUNISHMENT PARK I 1971 I
Yazar: Peter Watkins
Tür: Drama, Thriller, Political Mockumentary
Tarih: 01.01.1971
Ülke: Abd
Süre: 1 Saat 31 dk
İmdb: 7.9
Tutuklulardan birisinin mahkemedeki savunmasından:
‘’asıl ahlaksızlık,
savaş ahlaksızlıktır…
insanları fakir bırakmak ahlaksızlıktır…
ırkçılık ahlaksızlıktır…
polisin şiddet uygulaması ahlaksızlıktır…
baskı uygulamak ahlaksızlıktır…
soykırım ahlaksızlıktır…
emperyalizm ahlaksızlıktır…
ve ne yazık ki bu ülke bunların hepsini yapıyor.’’
1970 yılında Vietnam işgali sürerken başkan Nixon bir de Kamboçya‘ya yönelik gizli bir bombardıman planını onaylar. Bunun üzerine ülkedeki savaş karşıtı protestolar da yoğunlaşır. Bir gösteride 4 öğrencinin öldürülmesi ile protestolar ülke genelindeki bütün üniversitelere yayılır. Olağanüstü Hal ilan edilerek ulusal güvenlik yasası yürürlüğe sokulur. McCarran Kanunu olarak da bilinen bu kanunun 2. maddesinin verdiği yetkiyle Amerika Birleşik Devletleri Başkanı meclisten onay almadan ülke genelinde ayaklanma çıktığına karar verme ve olağanüstü hal ilan etme yetkisine sahiptir. Başkan ayrıca sabotaja karışmasından şüphelenilen kişileri şüphe için yeterli gerekçe bulunduğu taktirde yakalatma ve alıkoyma yetkisine sahiptir. Yakalanan kişiler kefalet hakkı tanınmaksızın ve kanıta bakılmaksızın mahkemeye çıkarılarak ve gerekli görüldüğü taktirde tutuklanarak cezaya çarptırılacaktır.
Peter Watkins, sokaktaki radikal hareketi gördüğünü, umursadığını; bu harekete karşı başlatılacak savaşı hissettiğini ve sessiz kalmak istemediğini söyleyerek bu kurmaca belgeseli çeker. Watkins, oyuncuları komünist parti üyesi, antimilitarist, kadın hareketi içerisinde yer alan kişilerden seçmiştir. Tutukluların kendi aralarındaki konuşmaları ve mahkeme üyeleri ile diyalogları çoğunlukla doğaçlama şeklinde gerçekleşmiş; bu durum diyalogları oldukça gerçekçi ve etkileyici hale getirmiştir. Hatta filmin tamamlanma aşamasında sanık Charles Robbins‘i canlandıran oyuncu bombalı suikast planı yapmakla suçlanmıştır. Başka bir suçlamada bu oyuncu bir polis memuruna saldırıdan 3 yıl hapis cezasına çarptırılmıştır.
Ceza kampı, ABD Senatosu Asayiş Sağlama Alt Kurulu tarafından “silah zoruyla hükümeti devirmek amacıyla yıkıcı faaliyetlerde bulunan kişiler için eğitim ve caydırıcı ceza işlevi görmesi amacıyla hukuk insanları ve ulusal ordu tarafından kullanılan suç önleyici bir ceza türü” olarak tasvir edilir. İşte işin komik yanı da budur ki devlet suçu önlemek amacıyla suç işler ve ceza kampındaki çoğu genci katlederek suç unsurunu ortadan kaldırır.
Belgesel, iki grup sanığın hikayesini izler. İlk gruptaki sanıklar ceza kampını seçmiştir. Bu sanıklar 3 gün içerisinde 96 km uzaktaki ABD bayrağına ulaşmaya çalışırlar. Burada ABD bayrağı da çok önemli bir metafordur. Bayraklara, sınırlara, devletlere karşı bir mücadele yürüten bu gençleri kurtuluşları için ABD bayrağına koşturmak istemeleri ne büyük bir ironidir. Koşmayı reddeden bir genç kurtuluşları için koşan sanıklara şu sözleri söyler: “karşı çıkmaya ve başkaldırıya inanıyorlar. Yine de bayrağa ulaşırlarsa bu durumdan kurtulacakları beklentisiyle tüm kuralları polis tarafından belirlenen bu oyuna katılıyorlar.” İkinci gruptaki sanıklar ise yeni yakalanmışlardır ve bu sanıkların mahkeme önündeki yargılanmalarını izleriz. bu iki grubun hikayeleri iç içe anlatılır.
Bu kurmaca belgeseldeki önemli noktalardan biri de bu iki grubu da izleyen Avrupa’dan gelmiş bağımsız ve tarafsız kameramanlardır. Bu kameramanlar diğer belgesellerde olduğu gibi soğuk ve otoriter bir sesle belgeseli anlatmazlar. Bu belgeselin dışında değildirler. Onlar da bu çöl şartlarında aynı zorlukları yaşarlar hatta aynı polis baskısına maruz kalırlar. Sesleri titrer. Siz hiç bir belgeselde dış sesin titrediğini gördünüz mü? Hatta polislere yaptıkları için bağırırlar bile.
Punishment Park’ın hikayesinin Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan insanların hatrı sayılır bir kesimine çok tanıdık geleceği ortada. Peter Watkins’in de belgeseli kurgulama ve kamera kullanım tekniği ile izleyenleri kurmacanın bir parçası haline getirdiği görülüyor. Punishment Park bir kurgu belgesel olmasına karşın içerisinde ciddi manâda doğaçlama öğeler de kullanıyor. Abd’de 70’lerdeki savaş karşıtı avını, burjuva hukukunun keyfiyetini, ırkçılığı, topluma enjekte edilen ulusal güvenlik bakış açısının nasıl bir histeriye kaynaklık ettiğini ve bunun ne oranda meşrulaştığını çarpıcı bir sinema tekniği ve yaklaşımla dile getiriyor.
Peter Watkins, devletin muhalif sesleri cezalandırma refleksinin kolaylıkla ne kadar vahim boyuta ulaşabileceğini göstermeye çalışır. Bunu yapmanın en çarpıcı yolunun bir kurmaca film değil de, insanların gerçek zannedeceği bir TV programı, bir TV belgeseli yapmak olduğunu düşünür.